Onu ilk defa köy meydanında, minibüsten inerken gördüm.
İncecik bedeni, çiçekli elbisesi, gök mavisi gözleri ve elli-altmış yaşlarında olmasına rağmen dinç görünmesi etkilemişti beni. Gözlerimi gözlerinden alamamıştım. Öylesine bakmıyordu bana. Neredeyse sarılacaktı sanki. Ne yapacağımı bilemedim. Korkmuştum da.
‘Köyün delisi taktı bana!’ dedim içimden. Yutkunamadım. Bir süre karşımdan çekilmedi. Sağa sola bir iki hamle yaptım ama yine kurtulamadım ondan. Minibüsten inen öteki yolcular, olanları görmüyormuş veya biz orada yokmuşuz gibi eşyalarını alıp gidiyorlardı. Çantasını ve torbasını sırtlayan evinin yolunu tutmuştu. Sonunda bana yol verdi. Hem yürüdüm hem de onu düşündüm. Soluğunu ensemde hissederek… Peşimden geliyordu sanki. Bu yüzden geri dönüp bakmadım, cesaret alır da gelir diye.
Bütün gün aklımdan çıkmadı.
O kadını ne kimseye sordum, ne de gördüm bir daha.
Okuldan çıktıktan sonra, hafta sonlarında görebilmek ümidiyle köyün sokaklarında dolaştım. Daracık aralara girdim. Evlerin pencerelerinden beni gözetleyen kadınların, kızların yüzlerine dik dik baktım üstelik. Hatta köydeki kadınların, kızların rahatça ve başları da çoğunlukla açık biçimde dolaştıkları meydanları, araları, yeşil kuytulukları da bir bir gezdim. Onu göremedim. Bu köyde yaşamıyordu sanki…
Nice sonra bir şeyin farkına vardım. Deli gibi davranan kadının köy minibüsünden inen herkese değil de, köye gelen yabancılara, bana baktığı gibi baktığının… Minibüs ne zaman köy meydanında dursa, o kadın yıldırım hızıyla geliyor, minibüsün kapısında duruyor, birer ikişer inen yolculara bakıyor ve yabancılardan gözlerini bir türlü alamıyordu. Minibüsü nereden görüyor, minibüste yabancı yolcu olduğunu nasıl biliyor, doğrusu hiç mi hiç aklım almıyordu. Bütünüyle ona yöneldiğimden, o kadının bir başka özelliğini daha öğrendim zaman içinde. Sanki iyi görmüyordu. Miyoptu sanırım. Çünkü gözlerini kapatacak kadar kısıyordu bakarken. Köy meydanındaki kahvehanenin önünde otururken birkaç defa tanık olmuştum buna. Artık onu düşünmekten, niçin böyle davrandığını kendi kendime sormaktan gına gelmişti.
Gerçekten de çünkü onunla ilgilenmekten, öğrencilerime yeterince zaman ayıramıyordum ve bu da beni rahatsız ediyordu. İçim içimi yiyordu… Öte yandan da ona merakım durmadan artıyordu. Ayrıca onu düşünmekten dolayı çoğu geceyi uykusuz geçiriyordum. Sonunda kendi kendime, ‘bu böyle olmayacak, bundan kurtulmalıyım bir an önce ya da birisinden sorup öğrenmeliyim hikâyesini,’ dedim.
Köyün gizlerinin, haberlerinin merkezi olan kahvehaneye gittim erkenden.
Kimse yoktu. Kahveci Seydi Amca rutin işleri yapıyordu. Ocağa yakın masaya bir sandalye çektim ve oturdum. Seydi Amca iki çay getirdi. Birini bana verdi, ötekini de kendisi aldı. Gözlerine baktım. Selâmını aldım. Seydi Amca, havadan sudan şeyler söyledikten sonra benim de bir şey dememi imledi.
‘Yanlış anlamazsan birini soracağım,’ dedim.
Biraz meraklandı.
‘Sor bakalım öğretmen.’ dedi.
Kısaca deli sandığım kadından söz ettim.
Şöyle bir geriye yaslandı. Yarasına tuz basmışım gibi inledi. Derin soluk aldı. Gözlerini gözlerime dikti. Gülümsedi hafifçe. Çayının son yudumunu da, iç de çekti. Gözlerini bir ara kapıya çevirdikten sonra,
‘Yemin-î kasem edeyim ki o deli değil!’ dedi. ‘O, evliya gibi kadın! O Aynalı Gülsüm! Nice babayiğit, nice varsıl, nice okumuş istetti de dönüp bakmadı birinin yüzüne. Kızoğlan kız. Evlenmedi garibim. Bir uzun hikâye aslında onun yaşamı öğretmen. Ne benim dilim döner anlatmaya, ne kafamdaki sözcükler yeter, anlıyor musun beni?! Yürek dayanmaz anlayacağın. Doğru, minibüs ne zaman köye girse, o; nerede olursa olsun minibüsün geldiğini görür. Meydana iner ve minibüste bir yabancı varsa onu tepeden tırnağa inceler. Gözlerini, avcıların avdan ve tüfeğin namlusundan ayırmadığı gibi ayırmaz.
Niye mi?!
Gönlünün prensini arar, onu bekler de ondan.
Dilsizdir. Zararsızdır. Korkmana gerek yok ondan. Köyde herkes sever onu, saygı gösterir, özenle sahiplenir ve korur. O zavallım da bunun farkında mıdır, değil midir bilinmez. Kendi dünyasında kendi hayatını yaşar, senin, benim gibi. Ne bileyim işte…
Minibüsten inen her yabancıda, yıllar yıllar öncesinin bir Tanrı misafirini görmeye, bulmaya çalışır. Ümidini yitirmedi hâlen. Ölene kadar da yitireceğe benzemiyor hiç. Aşk olsun Gülsüm’e, gerçekten de!’
Daha da meraklandım bu açıklamadan sonra.
‘Seydi Amca, kim o yabancı, o yabancıyı ve aynalının hikâyesini anlat lütfen!’ dedim. Çocuklaştım ve yalvardım.
Seydi Amca sandalyesinden kalktı. Boş bardakları tezgâha bıraktı. İki bardak çay daha getirdi. Masaya bıraktı.
Sandalyeye oturdu yeniden.
Hüzünlendi.
Sesi daha bir duyguluydu bu defa konuşurken. Tane tane anlattı. Sanki bir masal anlatıyordu ilgimi çekmek için. Ama abarttığını hiç mi hiç düşünmedim onun.
Can kulağı ile dinledim.
‘O,’ dedi, ‘köyün en güzel kızıydı. İnceydi. Uzun saçlıydı. Beyaz tenliydi. Mavi gözlüydü. Sanki şimdi sönmüş, solmuş maviliği, eskiden öyle parlaktılar ki bakamazdın canım. Zaman güzelliğinden almış ama o kadar değil yine de… Al yanaklıydı. Güzeller güzeliydi dedim ya. Hâlen de güzel ya, haksızlık yapmayayım. Çoğu eskisi gibi güzel değil diyor onun için. Eskisi gibi olan ne kaldı ki zaten.
Daha yeni yetme bir genç kızken bir rüya görmüş. Rüyası gerçek mi, değil mi bilmiyorum. Anlatılanların yalancısıyım, eğer yalancıysam. Bana sorarsan, aslında pek de önemi yok rüyasının. Ama bu rüyadan sonra çok değişmiş. Ateşler içinde uyanmış. Yanmış cayır cayır. Islatılmış kavak yapraklarından yataklarda yatırılmış, düşmemiş ateşi. Sonra ne mi olmuş?
Ne olmamış ki, bülbül gibi şakıyan dil lâl, işiten kulaklar sağır olmuş!
Öyle ya… Rüya…
Haklısın, bir lafı bırakıp ötekine geçiyorum, bağışla.
Herkesin dilinde sakız olan rüya şuydu:
‘Evde yalnızmış. Pencere önünde oturuyormuş. Gözleri, benim sana rahatça bakabildiğim gibi, güneşe bakıyor-muş. Gözlerini güneşten alamıyormuş. Derken, güneşten küçücük bir ışık kopmuş ve ona doğru inmeye başlamış. İnerken de büyüyormuş. Gözlerine inanamamış. Çünkü kocaman bir balon görünümündeki bu ışığın içinde bir delikanlı varmış. Öylesine boylu poslu ve yakışıklıymış ki sorma, tam bir erkek güzeli! Gülsüm gözlerini ondan alamamış. Büyülenmiş. Delikanlı da ona bakıyormuş ve gülüyormuş. Işık balonun ışıktan kapısı açılmış. Işıktan bir merdiven uzanmış kendiliğinden. Gülsüm’ün önünde oturduğu pencere doğru… Merdiven dayanır dayanmaz pencere kanatları kendiliğinden açılmış. Gülsüm şaşkınlıkla bakakalmış. Ayağa kalkmış. Öyle mutlu olmuş ki… Güneş gibi aydınlık ve sıcakmış, ama o hiç etkilenmiyormuş. Delikanlı yanına gelmiş ve durmadan konuşuyormuş, Gülsüm ağzını açamıyormuş, konuşmak istiyormuş da konuşamıyormuş. Dili tutulmuş. Delikanlının elinde aynalı bir kutu varmış. Gülsüm o kutuyu çok sonra fark etmiş. Delikanlı kutuyu ona vermiş. Gülerek almış kutuyu delikanlıdan. Gülsüm’ü yanaklarından öpmüş ve ışık balona dönmüş. Işık balon kapsı kapanınca da havalanmış, uzaklaştıkça da küçülmüş ve sonunda güneşe kavuşmuş.
Gülsüm çok üzülmüş. Kutuyu anımsamış ve bir parça olsun sevinmiş. Hemen açmış kutuyu. Kutudan ışık renkli gelinlik gibi bir elbise çıkarmış ama üstünde birer yarım altın büyüklüğünde onlarca ayna varmış. İvedilikle giyinmiş. Odada ayna yokmuş. Öteki odalarda da ayna bulamamış.
Çıldıracak gibi olmuş. Evden çıkmış.
Komşularından başlamak üzere köydeki evleri bir bir dolaşmış ne evlerde insanlar ne de aynalar varmış. Her ev ve sokak bomboşmuş. Kapılar ardına kadar açıkmış. Köyde bir kendisi varmış. Bağırıyormuş, ‘ayna ayna ayna!’ diye. Hangi eve girmişse ayna bulamamış. Koşmuş koşmuş sonunda köyden çıkmış berrak sulu dereye ulaşmış. Ama derenin suyu çekilmişmiş. Ne yapacağını bilememiş. Tek istediği elbiseyi üstünde görebilmekmiş.
Ağlıyormuş, sessiz sessiz. Canı burnuna gelmiş. Çaresizlik içinde köye dönmeye karar vermiş. Ağır ağır yürüyormuş köye. Bir el dokunmuş omzuna. Ürpermiş, hatta korkmuş. Dönmüş hemen. Çok yakışıklı, beyaz elbiseli bir gençle göz göze gelmiş. Gözlerine inanamamış. Sevinmiş. Çünkü genç ona küçük bir ayna uzatıyormuş. Aynayı almış elbiseyi boydan boya görmeye çalışmış, görememiş bir türlü. Gözleri bulutlanmış. Genç, elbisenin bir başkası üstünde görülebileceğini ama kendisinde durduğu gibi güzel ve alımlı durmayacağını söylemiş. Bu sözlerden hoşlanmış, ama bir boy aynası için neler verebileceğini de itiraf etmeden edememiş…’
‘Odaya girenler onu baygın ve ateş içinde bulmuşlar. Feryatlar figanlar birbirine karışmış, ama olanlar olmuş.’
Seydi Amca’ya baktım. ‘Bu kadar mı?!’ dedim.
‘Bu kadar değil tabii,’ dedi, ‘şimdi hangisi hangisinden önceydi hatırlamaya çalışıyorum da… Onun gibi bende düşle gerçeği karıştırıyorum herhalde.
Bu rüyadan sonra mıydı, yoksa önce miydi tam kestiremiyorum ama köyümüze genel sağlık taraması için başşehirden bir sağlık ekibi geliyor. Ekibin başında da çok yakışıklı ve efendi mi efendi bir doktor var. Gülsüm’ü çeşmede görüyor, ondan su istiyor. Öteki kızlar gibi o da şaşırıyor ve heyecanlanıyor. Kızlar yüzlerine birer parça çamur sürmeye çalışıyor, eski bir gelenek, bir çeşit korunma yolu işte yabancılardan. Gülsüm çamurlamıyor yüzünü ve doktora su veriyor helkesiyle. Doktor da ona küçük bir ayna hediye ediyor. Gülsüm tuhaflaşıyor o an. Etkileniyor o anda o doktordan.
Ekip köyümüzde kaldığı sürece Gülsüm doktorun bulunduğu yerlerden uzaklaşmıyor hiç. Neredeyse onun burnunun ucunda bitiyor. Doktor da onunla ilgileniyor. Bu ilgi kötü niyetli değil tabii. Sonunda ekip köyden gidiyor. Doktor son bir defa daha Gülsüm’ü görmek istiyor. Gülsüm geliyor. Yüzünden düşen bin parça ama. Ona hediye veriyor. Tabii elin ağzı torba değil ki bağlayasın ya, ufaktan bir dedikodu yayılıyor. Gülsüm’ün doktora sevdalandığı ile ilgili. Doktor yanaklarından öpüyor Gülsüm’ün. Bu bardağı taşıran son damla oluyor ve söylenti akıl almaz hâle geliyor. Ama hiçbirinin aslı astarı yok, zaten anladılar ya iş işten geçti bana göre.
Bunca yıl belki de köy çıkışında, minibüsten inenlerde hep o doktoru aradı gözleri. Günlerini onu beklemekle geçirdi. Doktorun rüyasındaki delikanlı olduğunu anlatmaya çalıştı el kol hareketleriyle, nakışlarıyla, halılara çizmeye çalıştığı beyaz giysili erkek figürleriyle.
Ailesi, akrabaları, yakınları onun delirdiğini düşündüğü için onu götürmedikleri ocak, yatır, doktor bırakmadılar. Deli olmadığını, cinlere karışmadığını öğrendiler, ama yine de evlendiremediler. Tabii kendileri de doğrusu cesaret edemedi. Böyle gezer durur işte, nerede başına ne gelir ya da ona ne olur bilinmez öğretmen.’
Kahvehaneye müşteriler dolunca kahvehaneden çıktım.
Lojmana döndüm. Düşündüklerimi ve Seydi Amca’nın anlattıklarını günlüğüme yazdım.
Oldukça etkilenmiştim.
Onun için olumsuz düşündüğüme kızdım.
Aynalı Gülsüm’ü daha yakından tanımak istedim…
Ama bunu nasıl yapacağımı bilemedim, bekledim.
Günlerce hep bir gerekçe düşündüm, ama bulamadım.
Gülsümlerin evine gitmekten başka çarem yoktu.
Bir gün onun hastalandığını duydum. Başkaları bunun için üzülürken, ben bir parça en azından sormak bahanesiyle onu görebilecektim. Bu kaçırılmayacak bir fırsattı. Çünkü her köylü başka başka anlatıyordu onu. Herkesin Aynalı Gülsüm’ü başkaydı. Ortak yönleri çok az olan bu anlatılar işime yaramıyordu. Ayrıca onun hastalığı ile de pek çok değişik söylentiler yayılıyordu kulaktan kulağa. Kimine göre geçici bir soğuk algınlığı, kimine göre de ölümcül ince hastalıktı. İçimden bu iki uç arasındaki bütün hastalıkları da reddediyor ve hiçbirini ona yakıştırmıyordum.
Aynalı Gülsümlerin evine girdiğim zaman heyecanlandım. Elim ayağım birbirine dolaştı. Aklım karıştı. Nefes almakta güçlük çektim bir süre. Beni kapıda karşılayanlara bile bakamadım. Gözlerimi onlardan kaçırdım.
Sanki bir suç işlemişim onlara ve bu suçluluktan dolayı yüzleşemiyorum gibi bir durumdu yaşadığım. Neden sonra kendimi toparladım ve Aynalı Gülsüm’ü görmek istediğimi söyledim bir anda. Şaşırmış gibi baktılar bir süre bana. Nedenini sormadılar da. Beni onun odasına götürdüler. Kapıda durdurdular kısa bir an. Çünkü odasına onun izin verdikleri girebiliyormuş. O an bildiğim ne kadar dua varsa, inanmadığım hâlde, peş peşe sıraladım içimden. Annemin ite kaka öğrettiği duaların bir gün denize düşenin yılana sarılacağı gibi bir şey olacağı aklıma gelmezdi oysa. Odaya giren iki üç dakika sonra göründü. Girmemi imledi gülerek. Beni istemezse diye kaygım ve sığındığım dualar boş muş. Sevincim büyüktü o an.
Yıllardır içinde yaşadığı ve geleceğine dair çeşitli hayaller kurduğu odayı gördüm. Öyle tuhaflaştım ki…
Oysa bu oda hakkında birbirinden ilginç ve güzel onlarca anlatı duymuştum.
Dört duvar ve tavan baştanbaşa irili ufaklı, çerçeveli ve çerçevesiz aynayla kaplıydı. Bu yüzden daha bir başka aydınlıktı içerisi. Âdeta rüyasındaki delikanlının balonu gibiydi odası. Bir duvarın önüne serilen yün yatağın içindeydi. Doğrulmuştu ve yüzü bana dönüktü. Bana göre de kare biçimindeki büyükçe pencere sağındaydı.
Bana bakıyordu. Oldukça neşeli görünmeye çalışıyordu.
Rengi solmuş, zayıflamış ve halsiz olduğu her hâlinden belliydi.
Odada ikimiz vardık. Kapı onun isteğiyle kapatılmıştı.
Onlarca cep aynasının üstüne monte edildiği beyaz renkli elbisesiyle yataktan çıkınca irkildim ve geri çekildim. Bana sokuldu ve ellerimi tuttu. Geri geri adım atarak pencereye yanaştı. Durdu. Bir elimi bıraktı. Perdeyi çekti. Gökyüzünü gösterdi boştaki elinin işaret parmağıyla. Jest ve mimiklerle rüyasını anlatmaya çalıştı. Sanki hasta ve hâlsiz değildi. Gözlerimi derin mavi gözlerinden alamadım. Üstündeki elbisenin gelinliği olduğunu ve onun çok yakında gelip kendisini götüreceğini acılarının son bulacağını anlattı bana.
Duygulandım ve içime ağladım.
Bir şey yapamamanın baskısı altında bunaldım.
Işıktan balonla seve seve gideceğini onunla imledi. İşaretleri ve kendisine ait sesi birbirine karıştı.
Onu ve aynalara olan tutkusunu, sevdasını anlamaya başladım. Çok az insanla paylaştığı bu mekâna beni de aldığı ve dünyasının seçkin insanlarından yaptığı için ona saygı duydum, teşekkür ettim.
Ona yardım edebilir miydim?
İşaret diliyle bunu anlatmaya çalıştım. Tekrar bıraktığı elimi tuttu. Uzun ince parmakları alev alevdi. Kendince teşekkür ediyordu bana. Üstündeki elbiseyi Güneş’ten gelen delikanlının getirdiğini ve o zamandan beri de hep giydiğini anlatmaya çalıştı tekrar tekrar. Ona inanmış görünmeye ve karşılıksız aşkından dolayı saygımı ifade etmeye çalıştım, anlayabileceği biçimde. Ardından bana bir şey açıklamaya çalıştı, ama bir türlü anlayamadım. Söyledim, işaret ettim… Anlattığını anlamadığımı bildi sadece bana göre ve çok üzüldü sanıyorum.
Çıkmamı işaret etti, çıktım odadan. İçime bir ateş düştü. Gerçekten de hastalığı ciddi mi diye… Öğrendim ki doktora gitmek istemiyor, bir an önce ölmek istiyor. Yıkıldım.
Aynalı Gülsüm‘ün bana anlatmaya çalıştığını bulmaya çalıştım o günden sonra.
Hastalığı günden güne artıyordu.
Zehirlenmiş gibi kötülüyordu. Yemiyordu, içmiyordu, hiçbir şeyden zevk almıyordu.
Bazen gidip görüyordum onu, bazen de köy kahvesinde duyuyordum iyi olmadığını…
Gece gündüz onu düşünüyordum.
Hiç aklımdan çıkmıyordu.
Ve bir gece tuhaf bir rüya gördüm.
Evdeydim. Pencerenin önünde oturuyordum.
Yine aklımda Aynalı Gülsüm vardı. Elimdeki kitabı bir türlü okuyamıyordum.
Hiçbir şey onu düşünmemi engelleyemiyordu. Gözlerim bir kitaba bir dışarıya çevirmeye başladım. Dışarıya daldığım sırada oldu. Gökyüzünden bir ışık bana doğru indi. Bu ışıktan bir balondu. Yaklaştıkça da büyüyordu. Balon okulun avlusuna indi. Kapısı açıldı. Merdiveni uzandı çimene. Pencere büyük bir kapı gibi açıldı önümde. Ayağa kalktım. Büyülenmişim gibi. Kitabı elimden bıraktım. Yürüdüm merdivenden ve balona girdim. Balonda sırtı bana dönük birini gördüm. Seslendim. Döndü. Işık delikanlıyla göz göze geldim. Aynalı Gülsüm’ün rüyasındaki prensti bu, başkası olamazdı. Bana bir kutu uzattı. Kutuyu aldım aynadandı.
Balondan çıkmamı imledi.
Geldiğim yoldan döndüm odama.
Bunlar olmamış gibi eskisi gibi oturdum ve kitabı elime aldım. Balona baktım. Balon yavaş yavaş yükseldi. Gözden kayboldu. Aklıma onun verdiği aynalı kutu geldi. Kutuyu açtım, kutudaki şeye inanamadım. İçinde aynadan bir mezar maketi vardı. Başucu taşına kaydı gözlerim. Aynalı Gülsüm’ün adı-soyadı yazılıydı. Doğum tarihi vardı, ama ölüm tarihi yoktu. Doğum tarihi altında da altın çerçeveli küçük ve yuvarlak bir ayna asılıydı. Bu ayna ötekilerden çok farklıydı. Aynada kendimi gördüm. Gözlerim parladı. Aynalı Gülsüm‘ün bana söylemeye çalıştığını o an anlayabildim.
Uyandığımda sala veriliyordu.
Pencerenin bir kanadını açtım. Okul ve lojman köyden oldukça uzaktaydı ve Hoca’nın sesini tam anlayamıyordum. Cami de köyün tam ortasındaydı, köy kahvesine oldukça yakındı. Salayı anladığımda dizlerimin bağı çözüldü.
Ayakta duramadım. Ölecek gibi oldum. O ölmüştü.
Aceleyle giyindim ve hemen lojmandan çıktım.
Aynalı Gülsümlere gittim.
Avlu, odalar ana baba günüydü.
Köylüler oraya toplanmışlardı. Çok olduklarını ilk kez görüyordum. Ağlayanlar, bağırıp çağıranlar, feryatlar, figanlar birbirine karışmıştı. Aynalı Gülsüm’ün birlikte yaşadığı iki ağabeyini bir odaya soktum fırsatını bularak.
Rüyamı anlattım…
Onun isteği mezar taşında bir ayna, dedim. Bunun bir çeşit onun vasiyeti olduğunu ve gerçekleştirmelerinin yerinde olacağını söyledim. Ruhu huzur bulacak diye de yalvardım.
‘Birazdan cenaze kalkacak,’ dedi büyük ağabeyi, ‘geleni gideni görmüyor musun öğretmen, ne diye bizi boş şeylerle meşgul ediyor ve üzüyorsun. Geleneklerimize, ölülere en azından saygın yok mu senin nasıl bir laf bu söylediğin, sen iyi misin?!’
‘Sen bizi el âleme rezil mi etmek istiyorsun arkadaş!’ dedi öteki ağabeyi de. ‘Görülmüş, duyulmuş bir şey mi mezar taşına ayna asmak? Sonra sen kimsin ki onun adına böyle bir istekte bulunuyorsun, acımız bize yeter haddini bil! Allah’ın bir garibiydi o. Öldü ve kurtuldu. Hem onu, hem bizi köylülere karşı gülünç ve rezil etmek değilse niyetin unut gitsin biz de unutalım tamam mı? Sen âlim adamsın öğretmen bunlar yakışmaz sana!’
Odadan çıktım. Ağladım hıçkıra hıçkıra.
Bir sokaktan fırlayan afacan çocuklar gördüm.
Kendime geldim ve hayret ettim onlara.
Gülmek geçti içimden, ama bastırdım bu isteğimi.
Aynadan bir tabut yapmışlardı, sırayla taşıyorlardı. Önde de imameli, takkeli, belli ki babasının ceketini cüppe niyetine giymiş çocuk imam vardı.
Hep bir ağızdan bağırıyorlardı:
‘Aynalı Gülsüm öldü! Aynalı mezara gömüldü!’
‘Aynalı Gülsüm öldü! Aynalı mezara gömüldü!’
edebiyathaber.net (12 Eylül 2023)