Çeşitli dergilerde yayımlanan öyküleriyle tanıdığımız Ayten Kaya Görgün’ün ilk kitabı kendine has üslubuyla, atmosferi güçlü bir roman. İlginçliğinin yanı sıra, kitaba bire bir uyan bir isim seçmiş yazar: Arıza Babaların Çatlak Kızları. Kimilerini gülümseten, kimilerini ise öfkelendiren bu isim, metne karşı konumumuzu sanki ilk anda belirliyor.
Sivas’tan, belki daha doğudaki illerden dökülüp saçılarak, yitirip bırakarak gelip Samsun Asfaltından Ankara’nın kıyısına yerleşen insanların büyük kente ucundan bucağından dâhil olma çabasını tanıyoruz. Bu aynı zamanda yeni yerleşim yerinde kendini sürdürme çabası. Değerlerini yitirmeme çabası. Burada kurulan mahallenin halkından erkekler, kadınlara nazaran daha bilgili ve görgülü. Hiç olmazsa Türkçe konuşabiliyorlar. Uzaktan gelen aracın kamyon olduğunu bilmekle övünüp onu koca gözlü bir inek zanneden kadınları hor görüyorlar. Ancak şehre göçtüklerinde, “kadın kısmının çalışmasının ‘ayıp’ olduğu noktanın az ötesinde”ki bir zamanda, kadına yüzyıllar öncesinden gelen bir tutsaklığı reva görmekten öte gitmiyorlar, gidemiyorlar. Kadınlarsa “bir yaratandan daha çok çamaşır makinesini bulan fani için dua ediyorlar” bu yeni mahallelerinde.
Kitap, kadının öncelikle bu ‘yeni dünya’daki konumunu sorgulatıyor ve bireyin var olma mücadelesinde kadının iki-üç kat daha fazla engel aşmak zorunda olduğunu gözler önüne seriyor. Göç hikâyelerinin atmosferini ustaca kuran masalsı girizgâhtan sonra tanıştırıldığımız ilk karakterin şehirdeki yeni hayatına eğiliyoruz.
Henüz tanıdığımız bu karakter (Sakine) bir iş gününü daha tamamlamak üzereyken çalıştığı hukuk bürosuna bir adam gelir. Ve ortada hiçbir neden yokken şımarıkça öfkelenip Sakine’yi dövmeye başlar. İşin acı tarafı, Sakine’nin yediği bu dayağın nedensiz ve anlamsızlığına karşın korkunç bir biçimde ‘olağan’ gelen bir yanının olmasıdır. Karakterle birlikte bizim de içten içe bildiğimiz bir gerçektir bu: Erkek genelde kadından fiziksel olarak daha güçlüdür. Hukukun, polisin, dinin ve nihayet devletin de cinsiyetinin erkek olduğunu düşündüğümüzde, bir kadının yaşamı boyunca şiddet görmemesi, karşılaştığı erkeklerin keyfine ve dünya görüşüne bağlıdır.
Sakine’nin şikâyet edip yardım isteyeceği yerde bu dayak meselesini gizlemek istemesi, bu meseleden doğan utancı ister istemez kendi üstüne almasının sonucudur. İçinden şöyle geçirir: “Dönüp deseler ki: ‘Bak Sakine, bu adam senin baban değil kocan değil, gaynın değil gayınbaban değil, emmin değil ağabeyin değil, ee bu adam seni niye dövdü? Doğru söyle bu adam senin sevgilin mi?’” Böylece belki dayak atması ‘meşru’ ikinci bir kişiden bir kez daha şiddet görmekten ve sonrasında işe gitmesine engel olunacağından korkar Sakine. Sırrını hiçbir erkeğe açmayacak, kadınların çoğundan da gizleyecektir. Kadınların bazısı yaşlanınca zaten erkeklerin rolünü neredeyse onlar kadar üstlenip, genç kadınları, kızları ezmektedir. Sakine de bu nedenle ancak kafa dengi akranlarına açılır. Aynı çetrefilli yollardan geçen bu kızlar birbirlerine destek olmaya çalışırlar. Kendilerini var etme çabalarında, “arıza” babalarına karşı ancak “çatlak” olurlarsa ayakta kalabilirler.
Kitabın dili, bu kızların ruhundan esin almış. Onca sorunu, ciddiyeti öyle bir yerinden ele alıp, hakikate öyle çok yaklaşıyor ki gerçek, gülünesi bir hal alıyor. Ev içlerinin içler acısı sırları, karikatürize etmeden içinizin almayacağı şiddette kavgalar, kızların sırtını kollayan bakışlarımız altında süreğen bir ironiyle akıp gidiyor. Adları sık sık bir zamanlar babalarına ödenen başlık parasıyla anılan kadınların, o parayı kocalarına geri ödeme düşleri ve öteki dünyada aynı adamla birlikte olma ihtimalinin onulmaz korkusu gibi metnin dünyasında, karakterler tarafından fazla ciddiye alınan ayrıntılar böylece trajikomik hale geliyor.
Bunların yanı sıra kurgudaki sıçrayışlar, neden-sonuç ilişkisinin örülme biçimi merak dozunu kararında tutuyor. Karakterlerin her biri -uzatılmış, ayrıntılı betimlemelere girmeden- birkaç becerikli hamleyle en baştan çiziliyor.
Metnin, okuru ev içlerine, odalara dek yürüten capcanlı bir atmosferi var. Gecekondu mahallesinin yoksulluğu, olanca doğallığıyla gelip kuruluyor imgelemimizde: Soba yanında kurutulurken ille de bir tarafı yanan bornoz, yaz hariç peşinizi bırakmayan çamur deryası, otobüs durağının medeniyet kadar uzaklığı…
Bütün bunlara rağmen kadınlar, sokak çatışmalarına varıncaya dek hayata ‘dalmaya’ hevesli, yaşamak, var olmak istiyor. Fonda 1980’li yılların Ankara’sı, onlarca yaşam kavgasına ek, kendi kavgalarını veren bu kadınlar umudu elden bırakmıyor. Bu umut, romanın anlatım tarzı ve diliyle desteklenen bir ironiyle harmanlanıyor.
Ayrıntı Yayınlarından beklenmeyecek ölçüde, baştan sonra peşinizi bırakmayan dizgi hatalarına rağmen, kesinlikle okunması ve üzerinde düşünülmesi gereken başarılı bir ilk roman Arıza Babaların Çatlak Kızları.
Pelin Buzluk – edebiyathaber.net (09 Nisan 2012)