Dünya yazın ve edebiyat tarihinde en etkili eserlerin, yazar ve düşün insanlarının itirafları olduğu gerçeği üzerine tez çalışması yapıldı mı bilmiyorum. Ama bu konu incelemeye değerdir. Dünya yazın tarihine damgasını vuran şu üç kitap (Jean J. Rousseau – İtiraflar, S.T Augustinus – İtiraflar, Tolstoy – İtiraf) ve yazarların ortak noktası üçünün de yaşadıklarını çok sahih biçimde itiraf etmiş olmalarıdır.
S.T Augustinus bu konuda kendisine ilk taşı atan olduğu için her zaman iyi anılacaktır. İnsanlığın J. J. Rousseau’ya olan sevgisi ise üç yüzyıldır sürüyor. Çünkü bu bilge insan, günahlarını bir papaza değil, tüm insanlığa itiraf etmiştir. Bizde günahlarını itiraf edene “hain” diyorlar. Rousseau “İtiraflar” kitabının ilk başlangıç kısmında ne yapmak istediğini net olarak ortaya koyuyor ve okura şöyle sesleniyor, “Benzeri hiç görülmemiş ve hiç görülmeyecek olan bir işe girişiyorum. Benzerlerime, doğanın tüm doğruluğu içinde bir insan göstermek istiyorum ve bu insan ben olacağım.” dedikten sonra, “Hiçbir kötülüğü saklamadım, hiçbir iyiliği eklemedim; eğer bazı önemsiz süsler kullandığım olduysa, bu ancak bellek kusurumdan ileri gelen bir boşluğu doldurmak için olmuştur; doğru olabileceğini bildiğim şeyi doğru saydım, yanlış olduğunu bildiğim şeyi asla doğru saymadım. Kendimi nasılsa öyle gösterdim; kötü ve aşağılık olduğum zaman kötü ve aşağılık; iyi, gönlü zengin, yüce olduğum zaman iyi, gönlü zengin, yüce; içimi, ancak senin görmüş olduğun gibi, açık ortaya koydum. Ey sonsuz varlık, benzerlerimin sayılmaz kalabalığını çevremde topla; kötülüklerin karşısında inlesinler, acılarım karşısında yüzleri kızarsın. Onlardan her biri sırası gelince tahtının dibinde kendi kalbini aynı içtenlikle açsın ve sonra, sadece biri, eğer buna cüret edebilirse, sana şöyle desin: “Ben bu adamdan daha iyiydim.” (s. 15-16) Çev. Kenan Somer – Islık Yay.
O kişi hiç kuşkusuz Rousseau’yu çok seven, okuyan ve ondan etkilenen biri olabilirdi ancak. Bana kalırsa o kişi Lev Tolstoy’du. Yaklaşık yüz yıl sonra ondan etkilenip ama onu taklit etmeden kendi özgün tarzıyla yeni kuşaklara edebiyatın sahiciliğini aşılamayı başardı. Edebi itirafçılığın yolunu açan Rousseau ise onu taçlandıran Tolstoy olmuştur. Hatta samimiyete olan inancı nedeniyle itiraflarını yaparken adeta kendini doğramıştır. Eğer Rousseau kendine jilet atmışsa, Tolstoy da baltayla kendini doğramıştır. Edebiyatın, hayatın gerçekçiliği adına kendisinin katil olduğunu itiraf eden belki de kendi çağının tek yazarıdır.
Tolstoy’un itirafları gerçekten insanı sarsıyor. Kendi itirafına göre o bir katil! Şimdi sadece “Tolstoy bir katildir!” deseydim bir çoğunuz “Yok artık daha neler?” diyerek muhtemelen beni eleştirecektiniz. Bakalım kendisi İtiraflarında bu konuda neler yazmış, “O yılları korkmadan, tiksinmeden ve yüreğimde acı duymadan hatırlayamıyorum. Savaşta adam öldürdüm, öldürmek amacıyla insanları düelloya davet ettim, kumar oynayıp kaybettim, köylülerin emeklerini iç ettim, onları cezalandırdım, zina yaptım, iğfal ettim. Yalan, hırsızlık, her çeşit zina, sarhoşluk, zorbalık, cinayet… İşlemeyeceğim suç yoktu ve bütün bunlar için yaşıtlarım beni övüyor, nispeten ahlaklı biri sayıyorlardı, hala da öyle sanıyorlar. Bu şekilde on yıl geçirdim.” (İtiraf – s.8 Çev. Ayşe Hacıhasanoğlu- İş Kültür Yay)
Görüldüğü gibi Tolstoy “İtiraf” kitabında geçmişiyle yüzleşirken apaçık biçimde, hiçbir kaygı duymadan her ne yapmışsa bir bir itiraf ediyor. Peki Tolstoy geçmiş yaşamında bunları yaparken, etrafındakiler ona nasıl bakıyorlardı? Devlet kanunları, mahalle baskısı yok muydu? Tolstoy bu konuya cevabını yine itiraflarında şöyle vermiş. “İyi insan olmayı bütün kalbimle istiyordum; ama gençtim, tutkularım vardı, iyiyi aradığım o günlerde yalnızdım, yapayalnızdım. En içten isteklerimi oluşturan bir şeyi, yani ahlak açısından iyi bir insan olmak istediğimi ne zaman göstermeye çalışsam küçümsemelerle, alaylarla karşılaşıyordum; oysa ne zaman iğrenç tutkulara kapılsam beni övüyor, teşvik ediyorlardı. Mevki ve makam düşkünlüğü, iktidar hırsı, çıkarcılık, şehvet düşkünlüğü, kibir, öfke, intikam… Bunların hepsi saygı görüyordu.” (s.7)
Bunca kötülüğün saygı gördüğü bir dünyaymış Tolstoy’un içinde yaşadığı dünya! Tolstoy’un itiraflarını okumadan önce onu hep savaş/şiddet karşıtı biri olarak düşünmüştüm. İlginç biçimde Tolstoy hakkında yazılan kitaplarda da Tolstoy’un 1850’li yıllarda kırım savaşında insan öldüren biri olduğunu hiç okumamıştım. Tolstoy romanları okuyan ve onu seven birine, “Tolstoy aslında bir katildi!” cümlesini nasıl kuracağımı bilemiyorum. Çünkü buna inanması biraz zor olacaktır. Peki Tolstoy bu itirafına rağmen, hem Rusya’da hem tüm dünyada kendini nasıl affettirdi ve sevdirdi? Üstelik savaş/şiddet karşıtı biri olarak tanındı ve öyle sevildi. Bence bunun başlıca nedeni tam da yazımızın konusu olan itirafçılığın sahihliğinden kaynaklanıyor. Tolstoy hem romanlarında hem de “İtiraf” kitabında sahici bir yüzleşme yaptı ve okur bu yüzleşmeyi sahici bularak Tolstoy’a inandı. Eğer insan öldürmek bir suçsa Tolstoy bu suçun tanımını çok iyi yaparak, savaşın kendisine karşı oldu. Tolstoy’un sonraki yıllarda savaş/şiddet karşıtlığı onun bu kötü geçmişinin muhasebesi olarak algılandı ve kabul gördü. Tolstoy itiraflarında kendisini baltayla doğrarken aslında savaşı/şiddeti de doğramış oluyordu. Tolstoy’un bu sahici yüzleşmesine inandığım için Tolstoy’u hiçbir zaman katil olarak düşünmedim, istesem de düşünebilir miyim bundan emin değilim. Benim savaş/şiddet karşıtı olmamda emeği geçen bir yazara nasıl katil diyebilirim ki. Normalde Tolstoy da “Şeyleri adıyla çağırın.” derdi. Buradan baktığımızda katile “katil” dememiz lazım gelir. Tolstoy’a “katil” diyemememizin en önemli sebebi, henüz daha kimseler bilmiyorken “katil” olduğunu büyük bir soğukkanlılıkla itiraf etmiş olmasıdır. İşte Tolstoy’un kötü bir geçmişle yüzleşmesi o kadar sahici bir yüzleşmedir ki isteseniz bile o geçmişi bir daha açamıyorsunuz. Kabul etmemiz gerekir ki kapatan iyi kapatmıştır o geçmişi… ve bir daha açılmamak üzere. Ama öte yandan “katil” oldukları halde, katilliklerini kabul etmemiş ve o sorunlu geçmişleriyle yüzleşmemiş olanların “katilliği” sürekli tartışma konusu yapılmaktadır. Misal Ernesto Che Guevara da savaşta insan öldürmüştür, insan öldürdüğünü kabul ettiği halde pişmanlık duymadığı içi,n sorunlu geçmişiyle yüzleşmediği için Che Guevara’nın bu özelliği sürekli tartışma konusu olmaktadır. Benzer şeyler Yılmaz Güney için söylenebilir. Eğer Yılmaz Güney bu geçmişiyle yüzleşmiş olsaydı bugün bu kadar tartışılır mıydı? Ama öte yandan savaşta insan öldüren yazar Tolstoy’u bu konuda kimseler eleştirmemekte ve tartışmamaktadır. Çünkü o henüz kimseler ona “katil” demeden önce kendine kıyıp “katil” olduğunu itiraf etmiştir. İtiraf etmekle kalmamış bu sorunlu geçmişten savaş/şiddet karşıtı bir edebiyat ve yaşam felsefesi ortaya koymuştur.
Tolstoy itiraflarında kendine kıymış demek aslında az gelir, adeta kendini doğramış. Kiliseye de savaş açtığı için 1880 de yazılan bu kitap (kitabın yayınlanma girişimi bir iki engellendikten sonra) ancak 1906 yılında basılabilmiştir. Kitap yayınlanmadan Ortadoks kilisesi tarafından aforoz edilmişti bile..
Kendi dönemlerinin itirafçısı olan bu yazarların (Augustinus, J.J Rousseau ve Tolstoy) maruz kaldıkları baskıları düşününce, itiraf etmekten vazgeçenlerin sayısının az olmasına hiç şaşırmıyoruz.
Peki şu konu üzerinde hiç düşündünüz mü? Başka ülkelerde yaşadıkları deneyimleri itiraf edip yazanları erdemli bulanlar, bizde kendi deneyimlerini itiraf edip geçmişiyle yüzleşenleri, bu konuda kitap yazanları linç ediyorlar. Mesela bizde geçmişiyle yüzleştiği için, itiraflarını yazdığı için sevilen bir yazar düşün insanı var mıdır? Ama sorunlu geçmişleriyle övünenlerin neredeyse hepsi birer kahraman!
edebiyathaber.net (20 Eylül 2023)