Ahşap binanın içinde bir uğultu vardı. Üst kattakiler alt kata, alt kattakiler üst kata evraklarla koşturuyor, titreyen ellerindeki telefonla bir yerleri aramaya çalışanlar sessiz bir köşe arıyordu. Binadaki herkesi korku sarmıştı. Hepsinin gözleri büyümüş, bedenleri küçülmüştü sanki. Sonunda müsteşar o ağır hantal bedeninden beklenmeyen incecik sesiyle atıldı:
“Arkadaşlar,” dedi… “Arkadaşlar önce gelen haberin doğruluğunu teyit etmemiz lazım. Herkes masasının başına geçsin ve sayın büyükelçinin talimatlarını beklesin. Talimat alınmadan hiçbir yerle hiçbir şekilde iletişime geçilmeyecek. Bilgi aktarılmayacak. Şu andan itibaren dışarıya kapalıyız!”
Y Büyükelçiliği sessizliğe büründü. Sanki birkaç saat önce koşup duran nefes nefese olan binanın kendisiydi ve bina sustu. Herkes masasının başına dönerken ahşap merdivenlere basmıyor da tüy gibi akıyordu. Yaşlı bina gözlerini kapatmıştı. Dışarıda işlemleri için bekleyenlere dağılın demek güvenlik görevlisine düştü.
“Dağılın… Yarın gelin, sonra gelin. Bugün vize yok, görüşme yok…”
Her kafadan ses çıktı. Kimi,
“Yarın çok geç,” dedi. Kimi vatan hasretiyle yananlar,
“Kardeşim burası ülkemin toprağı değil mi? Vatanımdan mı kovuyorsun beni?” diye bağırdı. Ahmet gerilerden öne kendini atarak:
“Benim haftaya Y’ de olmam lazım… Kardeşim evleniyor. Etmeyin hele, bir kaşe basacanız sadece. Bir kaşe!” diye yalvardı.
Güvenlik görevlisi ters ters bakıp “Hey Allah’ım koyun can derdine kasap et.”
Bekleyenlerin bitmeyen istekleri kalın elektrikli tellerle çevrili demir kapının kapanmasıyla bitti. Dışarıdan gelen homurtular zaman geçtikçe azaldı.
Bir saat sonra büyükelçi, zırhlı arabasıyla binaya yanaştı. Kanatlı demir kapı iki yana açılınca araç içeri girdi. Büyükelçi indi. Son bir haftadır üzerinden çıkarmadığı zırhlı yeleği onu daha ağır bir adam yapmıştı. Yaşlı bir adamın adımları gibiydi adımları. Oysa daha ellisinde yoktu. Arabadan inince binaya baktı. Elektrikli tellerle çevirdikleri demir kapıya zıt, eski bir ahşap binaydı vatanı. Birilerinin saldırması değil, küçük bir ateş yere düşse, Allah muhafaza… Aman aman… hemen düşünceleri sildi kafasından. Ben bu vatanı temsilen buradayım. Umutsuzluğa kötümserliğe yer yok. Ne yaşayacaksak yaşayalım ama kuyruk düşmeyecek. Bu kuyruk ki hep dik kalacak.
Binaya girer girmez başkent A dan gelen kriptolar masasına kondu, gerekli bilgilendirme yapıldı. Evet, Y büyükelçiliğine bir hafta içinde büyük bir saldırı bekleniyordu. Kimin yapacağı belliydi, açık açık: “Sizi öldüreceğiz,” deniyordu. Ama ne zaman? Büyükelçi’nin elleri evrakların üzerinde dolaşıyor, nefesi sıklaşıyor, arada bir de homurtular çıkarıyordu. Yüzünü masadan kaldırmadan, evrakları eline alıp,
“Hepiniz dışarı,” dedi. Herkes elleri önünde geri adımla dışarı çıktı. Müsteşar, ateşe, kâtip, odanın dışında elçinin kapısında hazır ol da beklerken Y Büyükelçisi Y meclis başkanını aradı ve;
“Efendim, ahşap bina zamanında ülkemizin, atalarımızın mekânı olmuş olabilir, ama korunaksız ve burada tehlikedeyiz. Efendim isterseniz burayı yine elimizde tutarız, gerekirse İ hükümetiyle konuşur buranın müze olmasını sağlarım. Ama bizim iki gün içinde hayır, derhal burayı taşımamız gerekir.”
Müze fikri itibara itibar katacakmış ümidiyle hemen onay buldu. İki gün içinde İ memleketinin başkenti Ş’de en güzel, en korunaklı T gölünün tam karşısında yeni yapılmış villaların birine taşınıldı. Eski binadan taşınma işlemi büyük bir gizlilikle ön kapıdan değil, arka kapıdan yapıldı. Ön kapıda bekleşen vatandaşlar ülkeye gitmenin hayalini kurarken, büyükelçilik hırsız gibi arka kapıdan T Gölüne nazır binaya yürütüldü. Sonunda güvenlik kapıyı açtı, dışardakilere:
“Biz T gölünün karşısındaki yeni binaya taşındık,” dedi.
Hiç kimse soru sormadan birer birer yeni binaya gitti. Gitti ama gördükleri manzara karşısında elçiliğin kapısında beklemek yerine gölde çocuklar gibi oynaşıp duran yeşil başlı ördeklere bakıp kaldılar. Kimi fotoğraf çekmek için elindeki yiyecekten atıp yakınına çekmeye çakıştı, kimi uzaktan seyretmeyi. Ahmet kardeşinin düğününü unuttu,
“Bizim elçiliğin bu gölün karşısına taşınması bizim için olsa gerek,” dedi. “Vatana hasret kalıyoz ya, bu ördeklerle hasret gidermek için. Bizim iyiliğimize bir nevi. Aynı ördekten bizim köylerimizde de yok mu gardaşlar…” Ahmet’i dinleyen birkaç kişi:
“He ya aynısından hem de.”
“Ama gavurun memleketi…Bunları iyi beslemişlerdir. Bunlar daha lezzetlidir…”
“Ahmet gardaş, vatanımızın toprağı gibi toprak, yemişi gibi yemiş, güneşi, rüzgârı gibi hangi ülkede var? Bizim güneşimiz yeter. Bizimkiler naturaldir. Buradakiler öyle değildir bence…”
T Gölü yemyeşil ağaçların ortasında yapay bir göldü. Suyun yüzeyine ağaçların gölgesi vurunca dibi uçsuz bucaksız gibi görünüyordu. Güneş batarken ağaçların arasından sızan ışık, gölün üstünde oyunlar yapıyor, o sıra gölde bulunan bütün yaban ördekleri oynaşıyor, bir batıp bir çıkıyorlardı. Ördekler çok mutluydu. Y Büyükelçiliğine gelenlerin dışında hiç kimse göle yiyecek atmıyor, ördekleri sevmek için çabalamıyor, rahatsız etmiyordu. Banklara oturup izliyorlar sonra huzur içinde kalkıyorlardı. Fakat Y Elçiliği geldi geleli iki günde göl kirlenmişti. Gölün etrafında çöp kutuları tıka basa dolu, yerlere saçılmış poşetler her gün daha fazla artıyordu. Belediye görevlisi toplamaktan usanmış, artık sürekli nöbet tutar olmuştu. Elinde düdüğüyle dolaşıyordu. Göle ekmek atanları gördüğü an elektrik çarpmış gibi zıplıyor, uzun uzun düdüğünü çalıyor “Yemek vermeyin, ekmek atmayın” diye, yüzü kıpkırmızı bağırıyordu. Sonunda Y vatandaşlarından biri:
“Gardaşım yasakmış. Atmayın diyor elin adamı. Vallahi bizi sınır dışı ederler…”
“Öyle kolay mı sınır dışı edilmek, tapu gibi pasportumuz var,” dedi diğeri.
O günden sonra ördeklere yem atılmadı ama çöp kovaları her gün ağzına kadar doluyordu.
T büyükelçiliği de taşındıkları günden sonra sanki tüm tehlikeleri atlatmışlar gibi bir “oh” çektiler. Tüm pencereler zırhlıydı ve hiç açılmıyordu. İçeride gece gündüz ışıkla çalışmaktan elçilik görevlileri hiç şikayetçi değildi. Üç güne kalmadı vatandan yirmi MİT elemanı gelince artık hepten rahatladılar. Pencereler açıldı, nefes ala ala gölü seyrede seyrede işlerini yaptılar. Mit görevlileri gece gündüz nöbet tutuyorlar, kameradan gözlerini bir saniye ayırmıyorlardı. Tehdit mesajları azalmıştı.
Haftalar geçti. Ahmet vizeyi alamadı. Vizeyi alamadıkça hırçınlaşıyor özlemi artıyordu. Her seferinde kapıdan eli boş dönüyordu. O sırada elçiliğin etrafında söylentiler yükselmeye başladı. Ördekler gün geçtikçe azalıyordu. Parkın görevlisi durumu yetkilisine bildirmiş, yetkili amirine söylemiş ama bir çözüm olmamıştı. Ördekler iyice azalınca T gölünden sorumlu belediye yetkilisi, büyükelçinin makamına çıkıp, heyecanla bir şeyler anlatmaya başladı. Büyükelçi önce ne dediğini anlamadı.
“Tane tane konuş, sorun ne?” deyince,
“Sizin elçiliğiniz buraya taşındığından beri her gün bir ördek yok oluyor. Ördeklerimizin sayısı azaldı. Neredeyse on tane kaldı. Sizin güvenlik kayıtlarınızı görmek istiyorum,” dedi. Elçi:
“Hay Allahım işimiz mi yok bizim, ördek peşine mi düşeceğiz şimdi?” dedi ama, amir yakasını bırakmayınca, kayıtları izlediler. Kamera tam ördeklerin bulunduğu noktada bitiyordu. Kimse bir şey göremedi. Park görevlisi omuzları düşmüş, ağladı ağlayacak vaziyette elçilikten çıkarken, kapıda bekleşenlere hepsi ördek katiliymiş baktı. Bu işi kendi halledecekti.
Bir gece, iki gece, üç gece sabaha kadar bekledi. Sonunda dördüncü gece birinin sessiz sessiz geldiğini gördü. “Kimsin?” demeye kalmadan gölge gibi gelen o kişinin ördeği tutup, eliyle kafasını koparması bir oldu. Park görevlisi değil adamı yakalamak, ayağını kaldırıp bir adım atamadı. Dondu kaldı. Ördek gitmişti. Üstelik eliyle kafasını koparmış, kafasını da ortaya fırlatmıştı. Çırpınıp da sesi çıkmayan ördeği bir poşete koydu götürdü. Donup kaldığı yerde göz yaşlarına hâkim olamıyordu. Ördeğin kafasını eliyle koparmıştı. Bu bir katil olmalıydı. Nice sonra şoku atlatan görevli gitti ördeğin başını eğildi yerden aldı. Eli kanlı başa değince bu kez hıçkırarak ağlamaya başladı. Bütün gece uyumadı. Ertesi sabah büyükelçilikte aldı soluğu. “Bu sizin vatandaşınızın işi, bunu yapan ancak sizden…” diyecekti, diyemedi. Elçi yoğundu. Başkasıyla da görüşmek istemiyordu. Sonraki gün, sonraki gün, bir sonraki gün yine gitti. Ateşe ile görüşmeye razı oldu. Elindeki kokuşmaya başlamış ördek kafasını masa koydu. Olanları anlattı. Ateşe’nin gözleri yerinden fırlayacaktı. Yüreği azında attı. Midesi bulandı. Ayağa kalktı, camdan dışarı baktı. T gölünde kalmış son 2-3 ördek suda süzülüyordu. Y büyükelçiliğinin kapısında bekleşenlerden birkaç tanesi tam da bu amirin anlattığı gibi göle yaklaşmış ördekleri tutacakmış gibi hareketler yapıp sesli sesli gülüyordu. Amire itiraz edecek oldu ama durum ortadaydı.
“Tamam ben halledeceğim,” dedi. Söz aldığı için rahatlayan görevli odadan çıktı. Ateşe, Elçinin makamına soluğu aldı. Elçi:
“Ne yapalım şimdi biz mi bekleyelim ördekleri sabaha kadar?” dedi.
“Hayır efendim tabi onu demedim.”
“Ne dedin ya?”
“Ördekleri bizim vatandaşlar avlıyormuş, bu kesinmiş,” dedim.
Elçi bunu duyunca
“Haaa öyle mi? Tamam… Avcı bizden yani. Çözüm de bizde o zaman…” Elçi endişeli gülüyordu…
Birkaç gün sonra ördek avcısı son kalan birkaç ördek için yine iş başındaydı. T gölünün o serin ormanından yavaş yavaş yürüyüp ördeklere yaklaşmışken hiç endişeli değildi. Taa ki devriye gezer gibi yirmi adamın sağlı sollu gölün özellikle de ördeklerin olduğu bölgede dolaştığını görünceye kadar. Yaklaştı, biraz geriden ağacın ardından konuşmalarını dinledi. Kendi dilleriyle konuşuyorlardı… Üstelik orada devriye geziyorlardı. Ahmet kendi kendine konuşmaya başladı.
“Vay bee,” dedi, “şuradan bedava ördek yemeyelim diye memleketten jandarma göndermişler… Elin ördeklerini bizim jandarmalar koruyor öyle mi? Biz ölüyoz desek, gelmezler,” dedi. Gerisin geri döndü, evin yolunu tuttu. Onu gören olmadı.
Büyükelçi Ateşe’ye,
“Mit görevlileri birkaç ay daha gölde gezinsinler…Huzur geldi.” Dedi.
Gölde ördekler yeniden çoğalıyordu…
edebiyathaber.net (26 Eylül 2023)