Şefik Karakoç’un ilk kitabı Aklından Neler Geçiyor’u bitirip, kitapta yer alan öykülere dair düşündüğüm sıralarda Oylum Yılmaz’ın bir söyleşisinde söylediği şu cümlelere denk geldim: “İnsan bir hastalıktır. Edebiyat bu hastalığın hikâyesidir.”
Hayata insan merkezli bakıyorsanız Yılmaz’ın sözleri sert gelebilir. Ancak, anlatmaktan çok bir anlama süreci olan edebiyat tam da bunu yapmıyor mu; Edebiyat yüzlerce yıldır, günlük hayatın harika, iyi, doğru, hatasız, kusursuz insanlarını anlatmaya ve anlamaya çalışsa bugün hala birileri kitap yazıp birileri de okur muydu? Böyle insanlar var mı hem? Her insan biricik ve bu biriciklik işte o hastalıktan geliyor, edebiyat da o hastalığı anlamaya çabalıyor, yüzlerce yıldır…
Şefik Karakoç’un Notos Kitap tarafından yayınlanan Aklından Neler Geçiyor isimli kitabının öyküleri de işte o harika, iyi, doğru, hatasız, kusursuz insanların aslında hiç de öyle olmadıklarının bir kez daha altını çiziyor. Ama bunu bir ilk kitapta öyle iyi bir dil yaratarak yapıyor ki öykülerde geçen, bizim için son derece tanıdık o hikâyeleri sanki yeni okuyormuşuz gibi ilgi ve beğeniyle okuyabiliyoruz. Hem sahi, edebiyat tarihini dolduran o güzelim romanlar, öyküler nereden çıkıyor? Yazarların akıllarından geçenlerden değil mi?
Kitabın ismi kitaptaki öykülerden birinden alıyor başlığını ve kitabın genelini çok iyi ifade ediyor. Çünkü her öykü, dışarıya “normal”, aklı başında, kendi ve çevresiyle uyumlu, ama aklından geçenlerle hiç de öyle olmayan kahramanların hikâyelerini anlatıyor. Aklımızdan geçenlerle hayat daha katlanılır ya da daha çekilmez olabiliyor. Öyküler insanın karanlık yanına ışık tutarken, Karakoç, mizahı yarattığı dilin temel taşlarından biri yaparak içimiz kararmadan öyküler boyunca yol almamızı sağlıyor. Mizah, öykülerin başarısında önemli bir rol oynuyor.
Öykülerde yer alan karakterlerin iki önemli özelliği var. Bir yandan her biri günlük hayatta karşılaştığımız, yakınımızda olan, bize benzeyen insanlar. Diğer yandan her birinin hiç ummadığımız özellikleri var. Yani aslında yine bizim gibiler. Aklınızdan geçenlerden korktuğunuz, rahatsız olduğunuz, deliriyor muyum dediğiniz olmadı mı hiç? İşte öyküler o korkulan, rahatsız olunan, delirdiğimizi düşündüren aklımızdan geçenlerin hikâyeleri.
Kitapta on bir öykü bulunuyor. Öykü isimlerini de çok sevdim: Düzgün Bir Hayat Yok, Takla Attın mı Benim İçin, Birilerini Öldürmemek İçin Falan, Böyle Şeyler Adamı Hasta Eder, Başka Bir Hayat Var mı, …
Bozuk Olan Şeyler Hakkında isimli öykünün ismi de güzel ancak kurgusu ve diliyle benim için öne çıkan öykülerden biri oldu. Oldukça trajik bir hikâyesi olan bir aileyi anlatan öyküde anlatıcı kahraman okuru önce fotoğrafın ilk başta görünen manzarasına konuk ediyor. O manzaradan trajedinin merkezine doğru sakin sakin ilerliyor. İlerledikçe gerçek ve gerçeküstü birbirinin içinden geçerek öyküyü güçlü bir hikâyeye dönüştürüyor.
Aslında Şefik Karakoç kitaptaki birçok öyküde bu yöntemi kullanıyor. Bunu yaparak ilk kitabında oldukça zorlu meselelerin üstesinden geliyor. Gerçeküstü olayların bir öyküde yer alışı tam dozunda olmalı. Yazara bir özgürlük sağlasa da bir öyküde yer alan her ne varsa öykünün varmak istediği yere, öykünün tamamlanmasına hizmet etmesi için var olmalı. Okuru öyküden uzaklaştıracak ufacık bir şey güzelim öykünün heba olmasına neden olabilir. Sonuçta ne yazdığınızdan çok nasıl yazdığınız önemli; okuru öyküde yaratılan dünyanın içine çekebilecek ve son noktaya kadar orada tutabilecek kurgu ve dilin olması gerekiyor. Tek başına bunlar da yeterli değil; anlatım içtenlik ve dürüstlükten, karakterler ve olay akışındaki tutarlılıktan, anlatılan meseleye dair bilgi yeterliliğinden azıcık saptı mı okur bunu anlar, bir anda okuru kaybedebilirsiniz. Postmodern özellikler taşıyan bir öykü yazmak bu nedenle çok zordur, asla kolay değildir. Şefik Karakoç bir ilk kitap için tüm bunları başarmış diyebilirim.
İş gezisine çıkmış bir mimar, eski ve şimdiki eşi arasında bocalayan bir adam, kocasıyla sorun yaşayan kadınlar, yakınlarını kaybetmenin travmalarıyla yaşamaya çalışanlar, bir benzin istasyonuna uğrayan herhangi biri, şehirden kaçıp bir sahil kasabasına inzivaya çekilen bir adam, takıntılı insanlar… Karakoç’un öykü kahramanları. Az çok bildiğimiz insanlar, az çok bildiğimiz hikâyeleriyle… Öykülerde geçen ana hikâyeler hemen herkesin yaşadığı gündelik meseleler. Olay değil, durum öyküleri okuyoruz. Bir tane bile cümlenin altını çizmedim. Karakoç iddialı laflar etmiyor, akıl ya da öğüt vermiyor, ahkam kesmiyor. Dil ve anlatım son derece titizlikle oluşturulmuş, cümleler yalın ve sade biçimde akıyor. Şefik Karakoç bu açıdan da bence bir zorluğun daha üstesinden gelmiş. Yaratılan bu dil sayesinde, öykülerde sanki sıradan bir hikâyeye konuk olmuşuz gibi ilerlerken hikâye derinleşiyor, berraklaşıyor, okuru öykünün ana meselesine getirip noktayı koyuyor Şefik Karakoç. İç monologlarla, sen anlatıcı, ben anlatıcı, üçüncü şahıs anlatıcı tercihleriyle, bazı öykülerde öykünün tamamını gerçeküstü bir kurguya dönüştürerek, gündelik hayatın alışıldık meselelerini sıra dışı hikâyelere dönüştürüyor.
Edebiyat insanın karanlık yanını anlatır, aydınlatmak için değil, anlamak için. Bunun aksini iddia edenlerin, insanın dünyada ve evrende biricik olduğunu, aydınlık da olabileceğini, iyi, masum, uygar, akıllı, üstün olabileceğini söyleyenlerin yanıldığını, meselenin bu olmadığını; asıl meselenin “insan”ı bir başınalığı, yalnızlığı, çaresizliği, acizliği, çevresiyle, dünyadaki her şeyle beraber dünyanın bir parçası olduğu, doğadan, ağaçlardan, hayvanlardan üstün olmadığı gerçeğiyle birlikte anlamaya çalışmak olduğunu anlatır. Çünkü birini anlamak onu ve onunla birlikte yaşama dair pek çok şeyi sevmenin, sevebilmenin ilk adımı. Hayata ve edebiyata bu pencereden bakan yeni bir yazarla hem de ilk kitabıyla tanışmanın memnuniyeti içindeyim. Şefik Karakoç’un ve Aklından Neler Geçiyor’un yolu açık olsun.
edebiyathaber.net (26 Eylül 2023)