Söyleşi: Nilgün Çelik
Damla Kunç Koçman’ın son kitabı Aynı Ben Değilim Eksik Parça Yayınlarından bu yılın ağustos ayında çıktı. Daha önce Çocuk Bilim Kurgu türünde yazan Koçman, bu kez edindiği birikimleri kitaplaştırdı, yaşanmış hayatlar üzerinden yazdı.
2020 yılında çocuklar için Bilim Okulu Seti, (Bilim Okulu Proje X ve Paralel Evren Yolcuları) kitaplarını yayınladıktan sonra, 2022 yılında yine çocuklar için Bilim Okulu Meta Dünyalara Yolculuk, kitaplarını küçük okurlarına sunmuştu. Koçman, çocuklarla sadece yazınsal alanda buluşmuyor, onlar için drama dersleri, bilim ve edebiyatla atölye çalışmaları da yapıyor. Ayrıca, Ebeveynlik akademisi çalışmalarını da sürdürüyor.
Koçman, Coachman Eğitim ve Danışmanlık firmasının kurucusu. Üst düzey yöneticilere ve çalışma hayatının çıkmazında olanlara, var olan yeteneğini keşfetmek isteyenlere ışık olan bir danışmanlık şirketi. Aynı Ben Değilim adlı eserin gerçek hayattan kaleme alınmış olması, okura yaşam alanında güç veriyor. Anlatılan bütün hikayeler başladığı gibi bitmeyen, değişim, gelişim gösteren gerçek hayatlar. Bu anlamda Koçman’ın Aynı Ben Değilim adlı eseri günümüz insanına ilham vereceği kanısındayım.
Kitap dört bölümden oluşuyor. Planlayanlar, Akışta Olanlar, Bilinmeze Atılanlar ve Yaşama Tutunanlar. Her biri kendi içinde üç kahramanı anlatıyor. Koçman’ın akıcı dili, anlatımında kendine has samimiyeti, olayları ve yorumları abartmadan, süslü cümlelerle boğmayışı kitabı okunur ve anlaşılır kılmış. Zevkle okuduğum kitap üzerinden Koçman’ı tanımak isteyenler için soracağım:
Öncelikle teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Hayat hikâyenizi okurken aklımda şöyle bir şey gelişti: Çoğu insan kariyer, iş peşinde koşarken Damla Kunç Koçman “tamam artık ‘iş’ buraya kadar” dediğinde yeni kapılar açılmış. Yani siz isteseniz de iş sizi bırakmamış. Peki, siz kendinizi nasıl tanımlarsınız?
Çoğumuz gibi kendimi tanımadan yoğun bir çalışma hayatına atıldım ve ancak bir birikim elde ettikten sonra dönüp arkama bakabildim. Okul hayatında aldığım eğitim hayatın değişen şartları içinde yeterli beceri geliştirmemi sağlayamamıştı. Çocuklukta var olan yeteneklerim ise heba olmuştu. Planladığım gibi yaşayamamış, planladıklarıma ulaştığımda ise tatmin olamamıştım. Kurmuş olduğum yaşam sistemi, dışarıdan bakıldığında maddi değerler açısından oldukça tatmin ediciydi, ancak iş manevi değerlere gelince boşluk duygusu hakimdi. Bedenim hastalıklarla bunu bana defalarca gösterdi. Bu his, otuz beşli yaşlarımda inşa ettiğim binayı yıkmama ve yeni bir yapı, yeni kimlikler oluşturmama sebep oldu. Her bir kimlikte dışarıda bıraktıklarımı, çocukluğumda güçlü olan taraflarımı hatırlamaya ve daha da geliştirmeye başladım. En güçlü yönlerim; derslerine önem veren, hayallerinin peşinden koşan ve meraklarını araştırmaktan vazgeçmeyen bir öğrenci olmamdı. Deneyimlerimden öğrendiklerim ile yeni bakış açıları kazanmıştım. Örneğin Mühendis olmam; iyi projelendirme yapabilme, kendi işimi kurma; girişimcilik, profesyonel koçluk; iletişimi etkin kurabilme, yazarlık; çocuk ve yetişkin dünyası arasında bağ kurma gibi. Zamanla kimlikler ve hedefler tek bir amaca dönüştü: Yazmak. Gelgelelim bu kendini aşmayı gerektiriyordu. Yaşamda beni zorlayan şeylerin yol açtığı acı hissini bir nebze hafifletmek için yazıyorum sanıyorum. Tatminsizliklerimi ve sıkıntılarımı yazdıklarımla telafi etmek, bir kurguya dönüştürmek, böylece olumsuz hislerin esaretinden kurtulmak… Kısacası yıkıntılardan yeni bir şeyler yapıp bunu okurlarla paylaşmak içimi şenlendiriyor. Bu, benim için artık iş değil, bir amaç.
Üç kitaplık “Bilim Okulu” çocuk kitapları serisinden sonra Aynı Ben Değilim: Bir Yaştan Sonra Değişen Hayatlar kitabıyla yetişkin edebiyatına geçiş yaptınız. Kitabınızın çıkış noktası neydi?
Hem özel hem de Devlet Okullarından yazar söyleşileri için davetler almaya başlamıştım. “Çocuklar tek boynuzlu atların gerçek olmadığını tabi ki bilir” demiş Ursula K. Le Guin “Ama öte yandan tek boynuzlu atlar üzerine yazılan bir kitabın, eğer yeterince iyiyse, hakiki bir kitap olduğunu da bilir.” Çocukların soruları, derin üzerinde düşündükçe, adeta anne ve babaları için de kitap yazmamı talep ediyorlardı. Ayrıca, start-up projelerde sosyal sorumluluk kapsamında gençlerle mentör olarak çalışmalar yapmıştım. Onlar da gerçek yaşam hikayesinden etkileniyordu. Salgınlar, krizler, çalkantılar, özellikle kapanma dönemi benim de kendimi sorgulamamı sağladı. Hep aynı noktaya varıyordum; yola çıktığımdan beri çok şey değişmişti. Ebeveyn olmak üzerine düşünüyordum. Hatta bu konuda yazmaya da niyetliydim, hatta okurum çocuklara da söz vermiştim. Asla istifa edemeyeceğin, insanı belki de hayatta en çok zorlayan bu kimliği irdelemek, bu konuda yolculuğa çıkmak iyi bir fikir gibi gelmişti. Farklı kaynaklardan, farklı ekoller üzerinden birçok okuma yapıp araştırmaya başladım. Gelgelelim zamanla başka düşünceler, duygular tetiklendi. Bunun sonucunda kaçınılmaz olarak kendi çocukluğum ve çocuklarımla olan ilişkimi mercek altına almam gerektiğini anladım. Sonra, biraz da rastlantı eseri, “Aynı Ben Değilim” kitabında okuyacağınız hikayelerden birine takıldım. Bu hikaye bende başkalarının hikayelerine yönelik yoğun bir ilgi uyandırdı. Açıkçası belki biraz da kendimi fazla irdelediğim hissine kapıldım ve başkalarına, benden farklı insanlara açılmaya karar verdim. Ayrıca artık yetişkinler için yazmanın da zamanının geldiğini hissediyordum. Bu hissin peşine takılınca yeni kapılar ve yeni hikayeler yoluma çıktı ve yazmaya başladım.
Kitabın kahramanları gerçek ve dolayısıyla anlatılanlar da gerçek yaşam hikâyeleri… Dinlediklerinizi metne aktarırken ne tür zorluklar yaşadınız?
Bu kadar zorlanacağımı başta tahmin etmemiştim. Benimsediğim yöntem; Değişmek konusunda mümkünse yüz yüze, yoksa Zoom uygulaması üzerinden yürüttüğümüz sohbetleri yazıya döküp kişilere göndermekti. Onun eklemeleriyle yeniden şekillenen metinlerin bir daha üzerinden geçip, belli bir süreden sonra tekrar kişilere gönderdim ve onlardan onay vermelerini istedim. Kitabın son halini alması iki yılı buldu. Bu süreçte almış olduğum ses kayıtlarını ilk aşamada deşifre etmiştim. Deşifre ederken konuşma dilini, okuma diline çevirmek ve okura kolaylık sağlayacak bir akıcılığı sağlamak zordu. Bazen hikayelerin içinde boğulduğumu hissediyordum. Hikayelere mesafe almak ve hikayelerin önüne kendimin geçmesine izin vermeden yazmak zorlayıcı olduğu ölçüde geliştiriciydi. Ayrıca, arka arkaya okunan on iki hikaye okurda tekrarlanıyor hissi uyandırabilirdi. Bu tür çoklu otobiyografik hikaye anlatan ara bölümlerin olmadığı kitaplarda, ardışık hikayeleri okurken sıkıldığım ve kitaptan uzaklaştığım anlar olmuştu. Bunu da dikkate alarak kitabın yapısını oluşturdum. Her karakter için bütün bölümdeki başlıkların izleri olsa da kişinin baskın olduğunu düşündüğüm yönüne göre gruplamak da epeyce bir zamanımı aldı. Tüm bu süreç içinde sıkışıklık hissettiğim, emin olamadığım süreçlerde edebiyat camiasında deneyimli ve güven duyduğum kişilerin kapısını da aşındırdım. Sağ olsunlar desteklerini esirgemediler.
Kitabınızın “Planlayanlar” başlıklı ilk bölümünde “Planlayanlar karar veren güçlü insanlardır,” diyorsunuz. Peki ya hayat planlananlar üzerinden gitmezse, o zaman ne yapılmalı?
O zaman akışına bırakmalı ya da bilinmeze atılmalı … Şaka bir yana, son derece ilgi uyandırıcı ama aşırı dikkat dağıtıcı bir ileri teknoloji devrinde yaşıyoruz. Çok seçenekli bir yaşamda, restorana gittiğimizde yemek yemek gibi temel bir ihtiyacı karşılamak bile bazen oldukça zahmetli olabiliyor. İnsanlar arkadaşları ve aileleriyle sofraya oturduğunda sürekli telefonlarını kontrol etmekten iletişim kuramaz hale geldi. Akıllı telefonlarımızdan sanal dünyaya bakıyoruz. Ekonomik, sosyolojik, kültürel krizlerin oluşturduğu belirsizlik çemberinde kaygılı, dağınık bir zihin yapısındayız ve odaklanamıyoruz. Adam Gazalley& Larry D. Rosen tarafından yazılmış “Dağınık Zihin” kitabında basit hedeflere giderken zorlanmamızın sebebinin bozucu etkiler olduğundan bahsedilmiş. Yani hem gereksiz bilgilerden kaynaklanan dikkat dağılması hem de aynı anda birden çok hedefe ulaşma girişimlerimiz sonucunda yaptığımız işler bölünüyor. Bu nedenle, “Planlayanlar karar verebilen güçlü insanlar”. Her ne kadar belirsizliklerle dolu karma karışık bir hayatın içine doğsak da kendimize bir gelecek tasarlamak ve hayatımızı ona göre planlamakla yükümlüyüzdür. Planlamak her şeyden önce kendini tanımayı, ne istediğini bilmeyi, uzun dönemli bir tefekkürü ve bize adım adım ilerleme yetisi kazandıran bir irade gücü geliştirmeyi gerektirir. Planlayanlar, sadece akıllarına değil içgüdü ve sezgilerine de güvenirler. Zekâları ve sezgileriyle seçtikleri hedefe irade gücü ve cesaretle ilerlerler.
Kitapta yurt dışında yaşayanlar ya da yaşamak zorunda olanlar üzerinden bir “göçmen sorunu” ve sık sık yurt dışına gelip giden kişiler konu edilmiş. Ülkemizde de ekonomik ve sosyal durumdan bunalıp yurtdışına gitme fırsatı kollayan binlerce insanımız var. Siz, yaşadıklarınıza ya da dinlediklerinize dayanarak bu konuda neler demek isterseniz. “Aynı ben değilim,” demeye ne zaman başlamalı insan?
Büyük kızım yurtdışında okumak istediğini söylediğinde ailecek bu konuyla yüz yüze kaldık. Benim de merakım o zamanlarda başladı. Özellikle gençler bir heyecan yurtdışına gidiyor, güzel okullarda okuyor ancak ülkemize okullarını bitirince iş bulamazlarsa dönmek zorunda kalıyor. Döndükleri zaman da hayal kırıklıkları yaşıyorlar. Arzu ettikleri işleri maaşları alamayabiliyorlar hatta ülkemizde ticari olarak ihtiyacın olmadığı çok spesifik bölümleri okuduklarından başarılı olan bu gençler iş bile bulamayabiliyor. Bu noktada, ailelerin çocuklarının heyecanına kapılmadan iyi araştırarak ve her ihtimali düşünerek karar vermesi önem kazanıyor. Yığınlarca maliyeti olan yurtdışı eğitimleri kişileri mutsuzluğa ve çaresizliğe sürükleyebiliyor. Bir kişi bıkkınlık duygusu ile “Aynı Ben Değilim” demeden yurtdışına giderse, aynı bakış açısı ile belirsizliğin olduğu bilinmezlik denizinde boğulabilir. Bu ciddi, üzerinde düşülmesi gereken, kişinin araştırarak alması gereken bir karar. Bu nedenle, net bir cevap vermem mümkün değil. Psikolog ve hipnoterapist Deniz Paşazade’nin Londra’ya taşınma hikayesi özellikle psikolojik süreçleri, Kaan Gizem’in hikayesi ise değişimi iyi anlatıyor diye düşünüyorum.
“Akışta Olanlar” bölümünde ebeveynlerin çocuklarını kendi isteklerine göre şekillendirmeye çalıştığını gösteren bir “travma” hikâyesi var. Birçok genç, anne-babalarının istekleri doğrultusunda bir hayat sürmek zorunda kaldığından mutsuz. Hikâyenin kahramanı Hasan Bey, “aynı ben değilim” diyebilenlerden. Ancak bunu başaramayan birçok insan var. Siz toplumumuzun bu yanlış şekillenmesi üzerine anne-babalara, okurlarınıza neler söylemek istersiniz?
Çocuk yetiştirmenin esas sorumluluğu, elbette anne ve babalara düşüyor. Hızlı değişim çağında, anne babalar kendilerini yetiştirip belirsizlik ve suçluluk duygusu ile ne yapacaklarını şaşırmayı bırakarak, çocuklarına büyüyebilecekleri sağlıklı bir çevre sağlamakla uğraşmalılar. Bugün birçok büyük problemle karşı karşıyayız. Anne-babalara kendi duygusallıklarını aşmalarını ve pedagojiyle insan psikolojisi konusunda bilinçlenmelerini öneriyorum. Bu konuda yazılmış şahane kitaplar var.
Gençlerimiz eğer anne babalarının istediği hayatı sürüyorsa, ailesi ile iyi bir iletişim kuramıyorsa, yolunu bulamıyorsa, bir tür psikolojik şiddete maruz kalıyor demektir ve hele kurban rolünü benimsemişlerse psikolojik destek almalıdır. Dr. Gabor Mate travmayı kendimizle olan bağlantının kaybı olarak tanımlar. Eğer travma olarak gördüğümüz bir durum yaşıyorsak bastırdığımız duygularla tekrar bağlantı kurarak iyileşebiliriz. İyileşmek, kendinizin sevdiği, nefret ettiği, kaçmaya çalıştığınız yanlarınızı fark etmemizdir. İyileştiğinizde, geçmiş bugünün üzerindeki etkisini kaybeder. Böylece farklı gelecekler kurgulayabilirsiniz. Eskisi kadar üzülmezsiniz. “Aynı Ben Değilim” dediğimiz nokta bence burası.
“Bilinmeze Atılanlar” bölümünü “cesaretli ve esnek” kişilikler olarak tanımlamışsınız. Sabiha Çetinkaya Kuş bunlardan ilki. “Olmaz ise olmaz” felsefesini yaşayarak öğrenmiş bir karakter. Hayatına başladığı noktayla hedefini gerçekleştirdikten sonra geldiği son nokta bir değil, diğer kahramanlarınız gibi. Hukukçu iken Ege’nin bir köyünde kendini mutlu kılanlardan. Bu hikâyeyi okurken şansın hayatımızda önemini düşündüm. Şans doğru zamanda doğru yerde olmak derler ya, Sabiha bunu yakalayanlardan. Peki, siz eserinizi yazarken ya da yazma aşamasına geldiğinizde olmazsa olmazınız ve şans diye niteledikleriniz nelerdi? Kendinizi şanslı buluyor musunuz?
Sabiha Çetinkaya Kuş ile babalarımızın memur olması nedeniyle Elazığ’da lise sıralarında karşılaştık. Ergenlikten kadınlığa geçtiğimiz o yaşlar Sabiha’nın hikayesinde de anlatıldığı üzere hiç de kolay değildi. Sabiha’da benim gibi şansını kendi çabalarıyla oluşturanlardan, çok yakın bir dostum olduğu için bunu açıkça ifade edebilirim. Sabiha ile tesadüfen çocukluk yıllarında karşılaşmam ise bizim için şanstı, herkesin onun gibi bir dostu olmalı.
Şans farklı kültürlerde ve bilim dallarında farklı şekillerde tanımlanıyor. Şansın tanımı kişiden kişiye değişebilir ve bu sadece kültürel inançlara değil, aynı zamanda bireylerin dünya görüşüne ve deneyimlere de bağlı olabiliyor. Ben Albert Einstein’ın şans tanımını seviyorum: “Şans, tesadüfen iyi kararlar almanın sonucudur.” Bu kitabı yazarken de tesadüfen denk geldiğim Esma Serin, Kanber Bozan, Nazire Teyze, Dilek Demir, Ali bey, Hasan Bey’in hikayeleriyle karşılaşmam şanstı. Çevremle bu kitabı yazmak istediğimi paylaştığımda birçok hikaye dinledim. Bu kitapta yer alan hikayeler için ise karar vermem gerekti ve sonuç olarak da “Aynı Ben Değilim” kitap haline geldi.
Olmaz ise olmazım; Değişim
Kitabınızın son bölümünde Yaşama Tutunanlar’ da Dilek Muhtarla karşılaşmak beni çok mutlu etti. Medyadan da tanıdığım, hikâyesini dinlediğim bu insanı sizin kaleminizden okumak sürprizdi. Birçok insana, yardıma muhtaçlara, kız çocuklarına, sevgiye dokunmuş, yıllardır süre gelen bir bakışı samimiyetle değiştirmiş, güçlü bir kadın. Yaptığı en büyük farkındalık “Dilek Kutusu”. Böylece birçok “kız çocuğuna” dokunup, evlilik zorbalığının önüne geçmiş. Ne büyük bir iş. Ne muhteşem. Dilek Hanım üzerinden size birçok soru sormak mümkün. Ancak ben genele yayarak Dilek Hanımın yaşantısına benzer olan ama onun kadar başarılı olamamış hayatlar, örnekler var mı? Onlarla ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?
Dilek Demir’i bir gazete haberinde görmüştüm. Kendisine ulaşmak için Diyarbakır’da yaşayan bir arkadaşımdan destek istedim. Kendisine ulaştığımda ana sıcaklığı, samimiyetinden ben de etkilendim. Beni en çok etkileyen ise, çevirim içi hikayesini anlatırken gözümden akan damlayı elimin tersi ile sildiğimi fark ettiğinde verdiği tepkiydi. Bana dedi ki: “Biz kadınlar çok ağladık Damlacığım ama artık ağlamayacağız. Birlik olacağız, sil göz yaşlarını. Artık güleceğiz. Ben Dilek Ana olarak sesimi çıkaracağım, sen de hikayeleri yazarak bunu yapacaksın”. Cesaretimin kırıldığı anlarda Dilek Ana’nın bu sözünü hep hatırladım. Tabi ki toplumumuzda benzerlik taşıyan hikayeler var, hem de çok var. Çocuk evlilikleri, aile baskısı bizim toplumsal travmamız. Bir tek bizim kültürümüzde değil, başka ülkelerde de bu büyük bir sorun. Bu konu çok hassas ve uzmanlık gerektiren bir alan. Benim çalışma ve uzmanlık kapsamımın dışında. Travma çalışmaları için psikolog ya da psikiyatrist olup, bu alanda uzmanlaşmış olmak gereklidir.
Kitabınızın bütün bölümleri bittikten sonra bir okur olarak “Ben hangisiyim?” diye sordum. Bu soruyu tüm okurlarınızın sormasını dilerim. Ama söyleşimiz siz ve eseriniz üzerinden olunca siz kendinizi hangi kategoride görüyorsunuz?
Kategorileri oluştururken her karakterde benzerlikler olduğundan baskın olan yetkinliklere göre ayırmaya çalıştım. Kendimde de her kategoriden yetkinlikler olsa da galiba bana en çok bilinmeze atılmak heyecan veriyor. Merakımı tetikliyor. Bu nedenle, “Bilinmeze Atılanlar” da benim hikayem yer alabilirdi.
“Ben hangisiyim?” okurların düşünmesi açısından güzel bir soru, temenniniz için teşekkür ederim. Ben de okura şu soruyu sormak isterim: “Kendi hikayeniz bu kitaba on üçüncü hikaye olarak yazılsaydı hikayenizi koyacağınız kategorinin ismi ne olurdu?”
Peki, toplumumuzun geneli hangi kategoride?
Kişileri değiştirmek istediğimizde birey bunu dirençle karşılıyor. Eğer kendi değişimi başlatmak istiyorsa başarıyı yakalamak mümkün. Özellikle kurumsal firmalarda gözlemlediğim, yetenek havuzunda olan ya da pozisyon değişikliği vaat edilen çalışan, değişim sonunda onun istediği bir havuç olduğu için, bu adımı istekle atıyor. Bunun yanı sıra değişimi başlatmak için dibe vurmayı bekleyenler de var. Toplum olarak değişim konusunda başarılı olduğumuzu düşünmüyorum. Hatta şöyle denebilir: Değişime açık bir toplum olsa bu kitabın yazılmasına gerek kalmazdı. Değişmek, ender görüldüğü için bir değer haline geldi… Bu kitabı yazma sebeplerimden biri de “sen de yapabilirsin” demek. O cesareti, içsel motivasyonu bireyin kendi içinde alevlenmesine çanak tutmak. “Aynı Ben Değilim: Bir yaştan sonra değişen hayatlar” değişmek isteyenler için bir kıvılcım olabilirse ne mutlu bize.
Verdiğiniz tüm cevaplar için teşekkür ederim.
edebiyathaber.net (27 Eylül 2023)