Bu aslında geç kalmış bir yazı, bir veda yazısı. Çünkü Seyyar Sahne grubu 2009'dan beri sergiledikleri “Tehlikeli Oyunlar”ı 27 Nisan'da son kez oynayacak. Bu yazıyı bir son uyarı işareti olarak görebilirsiniz, izlemediyseniz son oyunu kaçırmayın.
Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar'ının nasıl bir kitap olduğunu, nasıl bir ses ve bilinç patlamasının eseri olduğunu bilen bilir.
Tutunamayanlar'daki o çok sesli patlama hali, burada tek bir karakterde, Hikmet Benol'da toplanmıştır. Kitaptaki bütün düşünce parçaları, bütün oyunlar, bütün planlar, bütün yükseliş ve çöküşler Hikmet'in kafasının içinde kopan ve şiddetini hiç kaybetmeyen fırtınaların ürünüdür.
Hikmet sayıklama halinde bütün uygarlık tarihini, bütün insanlık halini ve de kendisini delik deşik ederken, kafasındaki sesler bütün insanlık hallerini kapsayan ve havsalanın alamayacağı bir çeşitliliğe bürünür.
Dev bir yamalı bir bohça düşünün, buna bütün edebi türlerden ve bütün düşünce sistemlerinden birer parça ekleyin ve bütün bunları aynı kişinin kafasının içine doldurun: işte karşınızda Bakhtin'in bahsettiği karnavalesk çok-dilliliğin tek bir kişide vücut bulmuş hali. Türkçe edebiyatın belki de en çok ses ve ifadeyi bünyesinde taşıyan, en “yamalı bohça” karakteri.
Şimdi bu binbir şuur ve hissiyat karışımı Hikmet'i gerçekten karşınızda gördüğünüzü düşünün. Ya da şöyle: sürekli oyunlardan bahseden, “tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan ama bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor, ben küçük oyunlar oynamak istemiyorum Albayım,” diyen, bütün oyun ihtimallerine girip, hepsiyle alay eden, bütün ihtimalleri çökerten ve bu sürecin kendisini yıkıcı/alaycı bir oyuna çeviren Hikmet'in gerçekten bir oyun karakteri olduğunu, gerçekten sahneye çıktığını düşünün. Ya da düşünmeyin, bu satırların “naçiz muharriri”nin geç de olsa gördüğü “Tehlikeli Oyunlar” temsilini gidip izleyin.
Bu aslında geç kalmış bir yazı, bir veda yazısı gibi. Çünkü Seyyar Sahne grubu 2009 yılından beri “Tehlikeli Oyunlar”ı sergiliyor. Ve 27 Nisan'da son oyunlarını sergileyecekler. Bunu Tehlikeli Oyunlar için bir son uyarı işareti olarak görebilirsiniz, izlemediyseniz, son oyunu kaçırmayın.
Hikmet Benol'u canlandıran Erdem Şenocak, Hikmet'in bütün manik-depresif iniş çıkışlarını, bütün bipolar savruluşlarını, keskin alaycılığını ve binbir kılığa bürünen Hikmet-benliklerini afallatıcı bir performansla adeta izleyenlerin üzerine boca ediyor. Ve bunu yaparken kendisinden başka hiçbir şey kullanmıyor, ne dekor, ne yan karakter, ne de müzik.
Sahnede sadece iki salıncak var ve bu salıncaklar binbir işleve bürünüyor: Bazen bir tepsi, bazen bir tiratlar için bir kürsü, bazen etrafını sarmalayan bir düğüm, bazen deniz, bazen de hissi savruluşlar için bir sarkaç oluyor.
Aynı değişimi sahnede Şenocak da sergiliyor. Albay Hüsamettin Tambay da, Nurhayat Hanım da, Sevgi de, Bilge de, Dumrul da, meyhaneci Kirkor da, hayali general John Millsde adeta Şenocak'ın benliğini bir an için ele geçirip, sonra yerlerini başkalarına terk ediyorlar.
Hikmet de yakıcı sorgulaması esnasında sürekli değişiyor, Oğuz Atay bunları romanda Hikmet I, II, III, IV vs.. diye adlandırıyor. Bütün Hikmetler ve etrafındaki bütün karakterler Erdem Şenocak'ta karşılığını buluyor, müthiş bir oyunculukla.
Sahnede Hikmet'ten başka bir karakter olmaması, aslında Oğuz Atay'ın romandaki anlatı ve kurgu stratejisine uygun bir seçim. Romanda da dev bir karakterler geçidi, Hikmet'in bilinci aracılığıyla veriliyor, belki de bütün bu karakterlerin Hikmet'in varoluş sorgusunda uğradığı, büyük oyunu için kullandığı birer durak ya da figüran olarak görülebilir.
Oyun da ayrıca romanda insana kahkaha atacakken ani bir hüzün veren ya da hüzün ve sıkıntının diplerinde dolaşırken birden bir kahkaha patlatıveren ani geçişler de karşılığını buluyor.
Şenocak'ın performansı çok şenlikli bir gidişatın orta yerinde, sahnenin buz kesip, kasvete büründüğü ya da tam tersinin olduğu ruh hali geçişleriyle izleyenleri bipolar bir savruluşa sürüklüyor. Üst tondan atılan ciddi tiratlar, kahkahalar, haykırışlar, öfkeli bağırışlar, sızlanmalar, alaycı taklitler, uykulu mırıldanmalar ve katatonik suskunluk anları birbirine izliyor.
Romandaki çok sesliliğin azami düzeye çıktığı ve herkesin bir curcuna içinde bir araya geldiği o efsanevi “son yemek” sahnesinde Erdem Şenocak da efsanevi bir performans sergiliyor.Ayaklar, eller ve parmaklar birer karaktere dönüşüyor. Görünmeyen karakterler Şenocak'ın manik bir enerjiyle üst üste yığdığı farklı ses, mimik ve jestlerle sahneye hücum ediyor. “Tek kişilik dev kadro” metaforu burada gerçek oluyor. Oğuz Atay romanda anlatının sınırlarını nasıl parçalıyor, esnetiyor ve gevşetiyorsa, zaman ve mekan algısını sarsıyorsa, bu roman uyarlaması da tiyatro ve oyunculuğun sınırları için aynı şeyi yapıyor.
Yalnız, oyunun romandan farklı olan bir yanı var. Romanda Hikmet her şeye saldırıp, her şeyi sorgularken, sık sık “ha-ha” diye kahkaha atıyor. Bu “ha-ha” efekti Hikmet'in alamet-i farikalarından biri.
Bir yerde şöyle diyor: “Bir bu ha-ha ile iyi geçiniyoruz, o kadar… Ulan ha-ha! Herkesi gülünç duruma düşür olur mu?” Oyunda bu alaycı ha-ha efekti oyuncumuzun ağzından sadece bir sahnede çıkıyor. Ama ne gam, seyirciler Hikmet'in parodisini yaptığı insanlık halleri karşısında sık sık “ha-ha”lara boğuluyor! Ha-ha'ları oyuna böyle dahil etmek de bir ustalık işareti olsa gerek.
“Aklın… zincirlerinden kurtularak, bütün ülkeleri ve onların gerçek kişilerini içine alan büyük oyunun heyecanı içinde bulunuyorum,” diyen Hikmet'e, son oyunla elveda demeden yetişin. Şimdiden afiyet olsun.
Ahmet Ergenç – bianet.org (20 Nisan 2012)