Muğlalı Cavidan’ın kızı Füruzan, Mahalle adlı dükkânın sahibidir. Mahalle açık mutfağıyla; bahçesindeki zeytin ağacı, toprak saksılardaki limonları, mandalinaları, fesleğenleri, biberiyeleri, kekikleriyle Kuzguncuk’da güzel bir sokakta yer alır. Romanın daha ilk cümlesi bize birinin kaybolduğunu söyler. Dükkânın müdavimlerinden gazeteci Aysel bir süredir ortalarda yoktur. Üstelik pek de tekin olmayan iki kişi Mahalle’ye gelmiş, onu sorup soruşturmuştur. Doğma büyüme Kuzguncuklu Füruzan‘ın, dükkana uğrayan Kuzguncuklu dostları da yakından tanıdıkları Aysel’den herhangi bir haber alamadıkları gibi ona telefonla da ulaşamazlar. Hal böyle olunca Füruzan’ın içine kocaman bir kurt düşecektir.
Bütün hikâye dükkânda anlatılır. Füruzan, Mahalle’nin tadından yenmeyen lezzetlerini dostlarına sunarken Aysel’le ilgili endişelerini yatıştırmaya çalışır. Arada bir onun yemekleri hazırlayışını izler, pişirdiği lezzetlerin beğenilmesinden aldığı hazza ortak oluruz. Herkes mesleği gereği kadın cinayetleri, Soma Maden Faciası, Suruç Katliamı, Çorlu Tren Kazası, iş cinayetleri, güvencesiz çalışma, yoksulluk gibi alanlarda araştırmalar yapmış Aysel’in boyundan büyük işlere giriştiğinde hemfikirdir. Bu konuşmalarda Aysel’i özel yaşamı, politik kimliği, gazeteciliğe yaklaşımı, hayattaki tercihleri kısacası tüm yapıp ettikleriyle tanırız. Füruzan’ı ise içtenliği, sıcaklığı, halden anlarlığı, hoş sohbet tavırlarıyla.
Kötülüğün Sıradanlaşması
Acıyı yaşamanın, acıya tanık olmanın veya acıyı kitle iletişim araçlarından duymanın kişiler üzerindeki etkileri farklı olur. Acı, onu bizzat yaşayanların içine çöreklenir, tanıklık edenlerin hafızalarına işler. Felaketlerin merkez medyaya yansıyan biçimlerinde ise kişinin acılarının ruhsal yönü – bilerek ve isteyerek-görmezden gelinmekte; söylem boyutundaki içeriği de kurcalanıp öncekilere benzeşleştirilerek aktarılmakta, dramatik görüntülere indirgenmektedir. Oysa ne bireysel ve toplumsal acıları, ne bunların nedenlerini ne de bu acılardan oluşan koskoca bir tarihi yok sayabiliriz. Aksine, bir daha yaşanmasın diye kolektif acıları hatırlamak, anmak zorundayız. Bununla da kalmayıp gerşekleşmesi muhtemel felaketleri/acıları dile getirmek zorundayız.
Özlen Alpaslan da Mahalle’de, toplumumuzda derin izler bırakmış yakın geçmişteki acılara odaklanıyor. Bu acıları dile getiriyor. Romanda biçim verdiği Aysel karakterini tanıdıkça antik çağların mitolojik şahsiyetlerinden Kassandra’yı veya Antigone’u hatırlıyoruz. Aysel de tıpkı onlar gibi yüksek bir kavrayış gücüne sahip. Onlar gibi acı çekiyor ve hakikati dile getirmekten usanmıyor. Öte yandan, Aysel’in kişiliğinde -keskin zekasını açığa vuran dobralığı, kendisiyle dalga geçebilmesi, idrak kapasitesiyle- modern çağların entelektüelini de görüyoruz. Gazetecilik faaliyeti sırasında veya özel yaşamında tanık olduğu acılar, sıkıntılar karşısında çaresiz kalmıyor kahramanımız. Genel tavrı bunlar karşısında eyleme geçmek oluyor. Ondaki mücadele hırsı ve engellerle baş etme kapasitesi hiçbir zaman eksilmiyor. Kalkıştığı o boyundan büyük işler de toplumda entelektüelin rolüne ilişkin bir alt okumaya götürüyor bizi. Aysel’in yaşamı, Edward Said’in Wilfred Owen’a atıfla söylediği, mürekkep yalamışların tüm halkı bir kenara itip devlete biat etmelerinin* karşısındaki bireyi uzun uzadıya anlatıyor okura. Tam da bu nedenle olsa gerek kahramanımız mesleğiyle ilgili kariyerist beklentilere de kapılmıyor hiç.
Dünyadaki cennet
Füruzan, romanın bir yerinde insanları mutlu etmenin bir yolu olmalıydı der. Onun yaşamının belli başlı amacı, hayatın tadını kaçıranlara inat hayata tat katmaktır. Füruzan’ın yeme hazzını çoğaltma hayali ta çocukluk yıllarına değin uzanır. Elden geldiğince sevinci, mutluluğu çoğaltmak ister. Onun dükkânı mahalleli dostların vahasıdır. Gerçekten de mutluluğumuz başkalarının mutluluğuna bağlı değil midir? Kendi yaşama nedenimize tutunarak insan onuruna yaraşır bir geçim güvencesine ulaşmak isteriz. Sevdiklerimizle bir arada olmak, yaşamın güzelliklerini ve dünyadaki varlığımızı kutlamak isteriz. Romanın sayfalarında gezinirken bu dileklerin yansımalarını inceden inceye sezeriz de. Bize eşlik eden karakterler hali vakti yerinde insanlardır ama hal ve gidişten hiç de memnun değillerdir. Konu Aysel’den açıldığında her biri memleketin ayrı bir yarasına dokunur. Bu yaraların neredeyse hepsi insanca, pek insanca yaşama hayalinin bir türlü gerçekleşememesiyle ilgilidir.
Beri yandan yazar hemen hemen tüm roman kişilerinin isimleriyle karakterleri arasında ve zaman zaman da mesleki becerileri arasında dümdüz ilerleyen bir paralellik kurar. Kavramlarla düşünmek iyidir ama kavramları sıfatlarla öne çıkarmak olaylara, durumlara bütüncül bakışı zedeleyebilir. Zira romanda olmuş ve olmakta olan her ne varsa tüm bunları notlar, anekdotlar veya günlüklerin sayfalarından süzülen anı parçacıkları biçiminde okuduğumuzdan önemli olayları – son derece bildik, tanıdık yorumlar eşliğinde- yeniden hatırlıyoruz fakat bunun ötesine geçemiyoruz. Toplumsal eşitsizliklerden, ayrımcılıktan, şovenizmden canı yanan ve anlatıda adları anılan sıradan ve/veya yoksul diğer insanları daha yakından tanıyamıyoruz. Hal böyleyken sanki anlatıya yerellik egemen oluyor ve acıların evrensel bağlamı elimizden kayıp gidiyor.
Düşünmek, başlı başına bir “iş”
21. yüzyılda yapay zekânın -dramatik bir biçimde- her alana yayıldığını görüyoruz. Kimi şirketlerin işe alım mülakatlarını bile yapay zekâ aracılığıyla gerçekleştirdiğini düşünürsek gündelik yaşamın böylesi önemli anlarının bile insansızlaştırıldığı başka tuhaflıklara her dakika şahit olabiliriz. Ayrıca ülkemizde ve dünyada gün geçtikçe artan/derinleşen yoksullukla, eşitsizliklerle; iklim değişikliğinin, bölgesel savaşların, daha iyi gelecek arayışlarını tetiklediği kitlesel göçlerle karşı karşıyayız. Bu gelişmeler insanlığın, dünyanın, toplumların meselelerini yeni baştan yorumlamayı, düşünmeyi, yeni okumalar yapmayı gerektiriyor. Kendimize yeni sorular sormamız gerekiyor. Nasıl geçineceğimiz konusunda –yapay zekanın mevcut iş olanaklarını yutmaya devam ettiğini düşünürsek-, “iş”in yeniden nasıl tanımlanabileceği konusunda, yaşamlarımızı nasıl düzenleyebileceğimiz, nasıl bir toplumsal örgütlenmeye gidebileceğimiz, yapay zekadan insanlığın refahını arttırmasını sağlayacak biçimde nasıl yararlanabileceğimiz kısacası nasıl yaşayacağımız konusunda yeni tasarılar, düşünce pratikleri yaratmamız gerekiyor. Tüm bunları kurgulayabilmemiz sanata özellikle de iyi romanlara ihtiyacımız var. Zira Ernesto Sabato’ya atıfla söylersek roman sanatı, insan yaşamını bir bütün olarak kavramakla ilgilidir.
Dipnot:
* “…dünya daha önce hiçbir zaman olmadığı kadar profesyonellerle, uzmanlarla, danışmanlarla -asıl rolleri otoriteye emekleriyle hizmet etmek olan, bunun karşılığında da ceplerini dolduran entelektüellerle- dolu…Entelektüelin önünde bir dizi somut seçenek var…
Hepimiz bir toplumda yaşıyoruz; kendi dili, geleneği ve tarihi olan bir milletin mensuplarıyız. Entelektüeller bu fiili durumların ne ölçüde kölesi, ne ölçüde düşmanıdırlar? Aynı şey entelektüellerin kurumlarla (akademi, kilise, mesleki örgüt) ve zamanımızda entelijansiyeyi olağanüstü ölçüde kendi saflarına katan dünyevi iktidarla olan ilişkisi için de geçerlidir. Sonuç, Wilfred Owen’ın belirttiği gibi ‘mürekkep yalamışların tüm halkı bir kenara itip devlete biat etmeleri’ olmuştur. Nitekim entelektüelin asli görevi bence bu tür baskılar karşısında görece bağımsızlığını koruma arayışına girmektir. Entelektüeli sürgün ve marjinal olarak, amatör olarak, iktidara karşı hakikati söylemeye çalışan bir dilin müellifi olarak nitelememin nedeni de budur. “ Entelektüel, Sürgün, Marjinal, Yabancı, Said, Edward, Çev: Tuncay Birkan, Ayrıntı, 4.baskı, 2011, syf.14.
edebiyathaber.net (3 Ekim 2023)