“Noldu senin iş, haber var mı? Ev sahibi kirayı istedi bugün, daha fazla bekleyemezmiş… Duyuyor musun sen beni?” O andan sonra bir kıpırdanma başlardı evde. Bazen kiranın yerini elektrik faturası alır ya da bitmiş bir yağ, kışlık erzak, terzide unutulmuş palto, ama hep aynı kıpırdanma ve sonrasında menteşeleri paslanmış kapılar gıcırdayarak açılır, terliklerini taştan zemine vura vura gelen ablamı duyan komşular pür dikkat kesilir, duvarlara çarpan Dodo’dan bir tüy kopar, dinazor uykusundan uyanır, ejderha ateşini harlardı. Diğer bütün evlerde de aynı şeylerin yaşandığını sanırdım. Her evin çekmecelerinde gizlenmiş eski hayvanlar vardı.
Hiç düzenli bir işi olmamıştı babamın. Ne iş yaptığını, nasıl para kazandığını bilmezdik. Birkaç gün kaybolur, sonra mevsimine göre koltuğunun altına sıkıştırdığı karpuzla ya da bir kasa elmayla çıkar gelirdi. Güzel gelirdi.
Yine böyle gelişlerinden biriydi, akşamdı. Yemekten sonra uzandığı kanepeden seslenerek kaybolmuş kumandayı bulmamı istedi benden. Her zamanki gibi kanepenin kenarına sıkışmış kumandayı sakince kurtarıp gururla ona sundum. Kolay oldu, üç oda artı bir salon eşittir televizyon kumandası bas bas bağırıyordu çünkü, bas,bas!
Televizyonun açılmasıyla, mutfaktan ellerindeki suları akıta akıta gelen annem oturduğu minderde kalçasını sağa sola oynatıp,ııh ıhh diye bir-iki iç ses denemesi yaptı. Göğsüne bastırmaktan ezilmiş yıllarını eğri büğrü olmuş parmaklarına tek tek geçirdikten sonra, “ Ee noldu senin iş?” Evde olmak cevabının umursanmadığı soru yumağıydı, ucu yoktu.
Annemle babamın her kavgasında aralarına girerek evi korumaya çalışan ablamı ucu açık filmin süper kahramanı gibi düşünmek bana iyi gelirdi. İşte yine en orta yerindeydi evin. Yolu açmak için örtüsünü bozmamaya dikkat ederek kanepeyi itekliyor, bir ayağı kısa yemek masasını tutuyor, fillerin burnunu korumak için cam büfenin önünde kollarını açıyor, televizyonun üstünden düşen kurumuş çiçeği havada kapıyordu, kumandayı ise canı pahasına koruyordu. Saçlarını bir pelerin gibi kullanıp, savrulan şeyleri yakalamak için bacakları uzadıkça uzuyordu ablamın. Bense savaşın ortasında bir su birikintisinde kağıttan gemisini yüzdüren manzaradaki çocuktum. Uzun sürmezdi kavga hem, mutlaka biterdi, hatta bazen her kavga sonrası gelen derin sessizlikte, farkında olmadan açık kalmış televizyonu izlemeye dalardık kırmızı gözlerle. Şansımıza bir komedi filmi oynuyorsa kötü bir espriye bile sinir boşalması yaşarcasına dakikalarca güldüğümüzü hatırlarım, önce ablam kıkırdar, sonra bize bulaştırırdı, en sonunda da bir kahkaha tufanı kopardı. Bazen de annemin aniden bir elmayı ısırmasıyla çıkardığı gürültü, diken üstünde oturduğumuz kanepede örtüsünü boza boza yayılmamızın başlangıcı olurdu. Evden öteye geçerdik.
Sesler ne zaman kesildi, derin bir uykuya hangi ara daldım, televizyonu kim kapattı, bilmiyorum.
Gözlerimi açtığımda gün yeni ışımaya başlamış, sabahın loşluğu sinmişti odaya. Yatağının ucuna ilişmiş ablama baktım. Kolları sargılıydı. Başı önde sargısından sarkan iplerle oynuyor bir yandan da kendi kendine mırıldanıyordu. Ne dediğini anlamak için kalkıp yanına gittim. Elimi omzuna koymamla kafasını bir hışımla kaldırıp bana bakması bir oldu. Kalbinin atışını hiç bu kadar net duymamıştım.
“Gideceğim bu evden,” dedi, “bir yolunu bulup, gideceğim.”
Ejderhanın işiydi bu, biliyordum.
Bu seferki kavga bitmek bilmemişti bir türlü. Durdurmaya gücü yetmemişti ablamın. Gücü yetmedikçe yorulmuş, yoruldukça öfkelenmiş, öfkesini kuytusundan çıkarıp boşluğa salmış, son çare olarak da elma tabağında duran meyve bıçağıyla kollarını çizmiş, kendini işaretlemişti attığı çiziklerle, işte burası! işte burası! der gibi. Kimse anlamamıştı. Oysa her zamanki günlerden biriydi, belki yine bir filme dalınır , çay içilir, gülüşülürdü. Bunca şeyi ne ara biriktirmiş, nasıl bu kadar boğulmuştu, sanırdım ki bu bizim rutinimiz, ve ben hep o su birikintisinde kayığını yüzdüren manzaradaki çocuğum. Değilmiş. Babamın elindeki bıçağı almak için ablama doğru uçtuğu sahneyi hiçbir fantastik filmde izlemedim, ya da en çok bunu izledim. Ambulans sesi, eve doluşan komşular, polisler, her şey hızlıca akıp geçmişti evimizin kıyısından.
Yataklarımız karşılıklıydı ablamla. Geceleri uyumadan önce saatlerce sohbet eder, izlediğimiz filmlerdeki en sevdiğimiz sahneleri heyecanla anlatır, annemle babamın taklidini yapar, eğlendirerek uykuya bırakırdı beni. Üniversite hayalinden bahsederdi, mutlaka kazanmalıydı, bu sefer olmalıydı. Ne istediğini bilmiyordu aslında, buradan gideyim de önemli değil, diyordu, iş bulur çalışırım.
Canım sıkılırdı ayrılacağımızı düşününce, bunu hissettiği an, ‘seni hiç unutur muyum ufaklık,’ der, gönlümü alırdı.
O sabahtan sonra bir daha hiç konuştuğunu duymadım ablamın. Geceleri çarçabuk yatağa girer, hemencecik uykuya dalardı, oysa hiç sevmezdi uykuyu. Sebebinin kullandığı ilaçlar olduğunu çok sonra anladım.
Uzun süre incecik sırtından aşağıya akan saçlarını izledim. Tatlı rüyalar diledim her gece inatla, duymadı, günaydınlarıma aldırmadı. Televizyona boş boş baktı. Hiçbir kavgaya karışmadı, hiçbir gülüşmeyi başlatmadı, ne uzun bacaklarını savurdu evi korumak için, ne de Dodo’nun dökülen tüylerini topladı yerlerden.
Saçını kestirdi. Bir süre sonra da odalarımız ayrıldı.
edebiyathaber.net (7 Ekim 2023)