Emmanuel Guibert’in yazıp çizdiği “Alan’ın Savaşı”, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikan ordusunda üç yıl geçiren Alan Ingram Cope’un gerçek anılarından uyarlanarak yazılmış bir çizgi roman. Sadece cepheyi değil, ordu sonrasındaki “cepheyi” de anlatan kitap, savaşın yıkımının derinliğini en soğukkanlı haliyle aktarıyor.
“On sekiz yaşındayken Sam Amca, Adolf adında bir adamla savaşa gitmek için sırtıma bir üniforma geçirmek istediğini söyledi bana. Yaptığım buydu işte.” Emmanuel Guibert’in, Alan Ingram Cope’un anılarından uyarlanarak yazıp çizdiği, Karakarga Yayınları’ndan Metin Yetkin’in çevirisiyle yayımlanan “Alan’ın Savaşı” kitabı, Alan Cope’un bu basit ama çok şey anlatan sözleriyle başlıyor. İkinci Dünya Savaşı tüm vahşetiyle sürerken, Los Angeles’ın kenar mahallelerinden birinde bisikletiyle gazete dağıtarak üç beş kuruş kazanan Alan Cope’un, Normandiya’nın bombalanmasının ardından, 18 yaşını doldurmuş her erkek gibi orduya katılışını, Paris’te, Almanya’da, Çek Cumhuriyeti’nde onbaşılığa kadar (!) terfi ederek geçirdiği üç yılı ve asıl savaşın başladığı ordu sonrasındaki hayatını anlatan “Alan’ın Savaşı”, hayatın bir “cephe” olduğunu ve burada iliklerimize kadar işleyen bir savaşın yaşandığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Emmanuel Guibert ile Alan Ingram Cope’un enteresan bir tanışma hikâyesi var. 1994 yılının Haziran ayında, Ré Adası’nda yol sorarken karşılaşmış ikili ilk defa. Guibert 30 yaşında, Cope ise 69 yaşındaymış. Zamanla dost olmuşlar. Cope ona savaş ve askerlik anılarını anlatmaya başlayınca Guibert bir kitap hazırlama teklifinde bulunmuş. Cope anlatacak, Guibert önce kayda alacak, sonra da yazıp çizecekmiş. Böyle böyle yola koyulmuşlar ve nihayetinde de “Alan’ın Savaşı” ortaya çıkmış.
Namlunun ucunda yolculuklar, uykusuz geceler, zayiatlar….
Cope’un askere alınmasının ardından kendisi gibi binlerce gençle çıktığı uzun bir yolculukla başlıyor kitap. Gemilerle, trenlerle, aç biilaç, dağlar, ovalar, denizler aşıyor Cope. Türlü çeşit insanla karşılaşıyor. Kimisiyle çok yakın dost olup, haki üniformanın içinde geçmeyen günlerin en iyi ilacı sigaralarını paylaşıyorlar karşılıklı. Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen ve askerlerin artık kanıksar hale geldiği yol ardı kesilip de kendilerini taşıyan gemiden inip karaya bastıklarında “gerçek” askerlik başlıyor onlar için. Normal bir insanın asla taşıyamayacağı teçhizatla kilometreler boyunca yürüyüp kamp alanına varıyorlar. Burada silahtan tank kullanmaya, mors alfabesinden “tilki çukuru”na kadar birçok askeri bilgiyle donanıyorlar. Yiyecek yok denecek kadar az. Yıkanmak için iki kişinin yardımı gerekiyor. Sigarayla dandik kahveye abanarak günleri yiyip bitiriyor Cope ve arkadaşları. Bir yerden sonra bir rutine dönüşüyor bu. Kimse durumdan şikâyet etmemeye başlıyor. Tek bekledikleri ya da umdukları şey bilinmezliklerle geçen günlerin her ne koşulda olursa olsun bitmesi. Zira gecenin bir vakti yatak haricinde her şeye benzeyen yerlerinden ani bir emirle uyanıp gitme vakitlerinin geldikleri, 10 dakikaya herkesin hazır olması emrediliyor. Ancak kimsenin nereye ve nasıl gideceğine dair bildiği bir şey yok. Karambole yapılan namlunun ucunda yolculuklar, uykusuz geceler, gergin sinirler, “zayiatlar” tüm askerleri oldukları kişi olmaktan çıkarıp üniformanın içine kilitlenmiş bir robota dönüştürüyor. Hedefe ulaşıldığında, artlarında binlerce kilometrelik bir yol, anlamsızlığı anlamlı şekle büründürülmeye çalışılan tuhaf bir gerçek bırakıyorlar. Yani savaşı. Cope da bu üç yıllık serüvenin ardından terhis oluyor. Ama asıl savaş bundan sonra başlıyor.
Erken “son” hazırlıkları
Müthiş bir kafa karışıklığıyla yepyeni bir hayata geçen Cope’un, bu hayatı nasıl inşa edeceğine dair en ufak bir fikri yok. Askerliği sırasında başarıyla yerine getirdiği telsizcilikle ilgili yine ordudan, komutanları tarafından bir teklif alıyor. Başta kabul ediyor, aklı yerine geldiğinde anında cayıyor. Sonra din adamı olmak istiyor. Ancak zamanla kafasında oluşan fikirlerle bu durum ters düşüyor. O da düşünmeye ve yazmaya adıyor kendini. Aslında bunu savaş ve ölüm görmüş birisi için erken bir “son” hazırlama gayesi olarak yorumlayabiliriz. Zira hayatının en güzel üç yılını, zifiri karanlık bir gecede, her an kör bir kurşunun şakağınızın ortasına isabet etme ihtimaliyle geçiren birinin “son”u bu kadar erken düşünmesini çok da enteresan karşılamamak gerek. Bu yüzden de ordudaki tüm arkadaşlarına ulaşmaya çalışıyor Cope. Onların yanında içinden geçtikleri köylerde, kasabalarda savaşta hayatta kalıp da kendileriyle tanışma fırsatı bulan kişilerle de iletişime geçiyor. Sürekli yazışıyor. Ama çoğunun Cope kadar şanslı olmadığını, onlar için erken “son”un çoktan gelip geçtiğini okuyoruz kitapta.
“Alan’ın Savaşı”, sayfalar boyunca katastrofik bir atmosfer sunuyor okura. Sürekli bir tetikte olma hali, hayatta kalmanın değil hayatta bırakmamanın birinci kural olduğu bir ortam var kitapta. Mermiler, bombalar havada uçuşmuyor ama gencecik bir insanın gece gündüz demeden kendi dirayetine ve kendiyle olan savaşına tanık oluyoruz “Alan’ın Savaşı”nda. Ve merak ediyoruz: Acaba daha kaç Alan göreceğiz diye…
edebiyathaber.net (17 Ekim 2023)