Bir solukta okunan bir kitap, Ahmet Tulgar'ın Çocuklar ve Canavarları. Öyle ezbere söylediğim bir söz değil. Konusuyla, hacmiyle ve konusunun etrafında pervane olan kurgusuyla da bitirmeden elinizden bırakmayacağınız bir roman. Sarp Kaya bir katil, yazar bir katil.
Ahmet Tulgar, İtalo Calvino’nun İkiye Bölünen Vikont romanında olduğu gibi sorgucusu olan polisi bir balta darbesiyle ikiye böler. İkiye bölünen vikontta savaşta kılıçla ikiye bölünen kahramanın iyi ve kötü yanları iki ayrı insan olarak anlatılsa da “Çocuklar ve Canavarları”nda da buna benzer bir durum vardır. Katil yazar Sarp Kaya’nın daha ilk dakikada, ilk karşılaşmada sorgucunun kafasını nasıl karıştırdığı anlatılır. O ilk karşılaşmadan sonra artık yeni ve eski sorgucu polis vardır. İkiye bölünen bir benlikle karşı karşıya bırakır bizi yazar.
Yazarın kimi anlattığını anlamayız çoğu zaman. Aslında anlarız da anlattığı katil yazar mıdır yoksa sorgucusu olan polis midir anlamak için epey bir kafa yormamız gerekir. At başı gider anlatılanlar çünkü. Kimin kahraman kimin yan karakter olduğunu anladığımız anda hop diğer karakter öne geçerek bizi yanıltır. Bütün katiller soğukkanlı ve yalnızdır, yazar katil de oldukça soğukkanlıdır. Bunun yazarlığından mı yoksa dünyayı yemiş yutmuş olmasından kaynaklı mı olduğunun ipuçlarını iğneyle kuyu kazar gibi eşeleyip dururuz.
Sanıyorum Hasan Ali Toptaş söylemişti; yazar metne başlarken yalnızdır, metin bittikten sonraysa yapayalnızdır diye. Ahmet Tulgar’ın durumu da şimdi böyle midir bilemiyoruz ama yazar kahraman Sarp Kaya’nın durumunun çok farklı olmadığını biliyoruz. Yazdıklarından çok yazmadıklarıyla meşgul olan, kafa yoran, yeni maceraların peşinden koşan, arayan, yorulan, her konu hakkında mutlaka söyleyecek sözü olan biridir katil yazar. Antipatik insanlarla dünyanın daha güzel ve özgür olduğunu mükemmel bir şekilde anlatır. Vıcık vıcık aşkların, âşıkların aralarına özleme mesafesi koymadan bitmeye mahkûm olacaklarını işaret eder bize. Evliliğe ve tekeşliliğe getirdiği bakış açısını şöyle dile getirir; yani tekeşlilikte edep, eşin dışındaki herkes için kötü düşünmektir. İyi düşünmek edepsizliktir. (sayfa 112) Milliyetçilikten nefret ederim ki, milliyetçiliğin temelinde de tekeşlilik yatar. Haliyle faşizmin de. (sayfa 113)
Her fırsatta dünyanın çok kirli olduğunu anlatarak sorgucusu polisin aptes almasının ayaklarını bir yere ya da başka bir yere oturtur. Evliliklerle, tekeşliliklerle, çocuklarla ve en büyük affetmek olarak tabir ettiği sevgiyle ilgili söyleyecekleri vardır. Yazarın elinde bir matkap var ve bizi ha bire derine götürmek için matkabın ucundan dışarı çıkan talaşa, toza, artığa, kire dikkatimizi çeker. Matkabı çoğu zaman sorgucusunun üzerine tutar, nadiren de kendine. Parçalanmış ifadelerle romanın kurgusunu sağlamlaştıran yazar, evlilikle beyaz eşyanın bağını kurar haklı olarak. Evliliğe itirazın da belki biraz da bu beyaz eşyaya zamanla oluşan kin ve nefretle anlatıldığı bölüm bir metafora dönüşüyor. Karısının beyazlara büründüğü bir anda beyazdan kurtulmanın finalidir ve evlilikten de feragat etmenin bir yoludur. İtirazın, reddedişin şiddetten ayrılmadan, kopmadan (en azında günümüzde) mümkün olamayacağını anlatır belki de.
Düğümsüz uzun cümleler romanın yumuşak karnı olmaktan çıkıp su gibi akmasına vesile olurken sorgucu polisin yazar bilinciyle konuşması (anlatması) bir an olsun tırmalamaz kulaklarımızı. Son olarak şunu söyleyebiliriz; bu bir roman değildir, evet romandır ama bir roman gibi okunmayabilir, okunmamalıdır, romandan fazlasıdır çünkü.
Hüseyin Bul – edebiyathaber.net (9 Mayıs 2012)