Yazın-sanat tarağında bezi olanlar arasında, buluşup özgürce söyleşebilecekleri ‘kurtarılmış’ ortamlar oluşturmayı düşlemeyen yoktur sanırım.
Düşlerin kısa sürelerle az çok gerçekleştiği dönemler de olmuştur. Beyoğlu Çiçek Pasajı’nın üst katındaki Türkiye Sanatçılar Birliği’nin yeri ile sanatçı-ilerici aydın dayanışmasına her zamankinden çok gereksinme duyulduğu çeyrek yüzyıl öncesinin sancılı günlerinde iki kesimce de sığınak bellenmiş Papirüs, bunlardandır. Ne yazık ki, saydığımız yerlerden biri kapanmak zorunda kalmış, öteki giderek işlevini yitirmiştir. Günümüze ulaşabilen, yalnızca Çiçek Bar’dır. Bir de Refik, Yakup 2, Akşam Sefası gibi müşteri mozaiği barındıranlar vardır. Kültürel etkinlikleri ayraç içine alındığında, Hatay Lokantası’nın görünümü de son saydıklarımızı andırmaktadır.
Ayrıca, çevrelerinde güçlü çekim alanı oluşturabilmiş ünlü şairlerin buluşma, konuk ağırlama yeri olarak kullandıkları, kahvehane, pastane vb. değişik yeme-içme ortamlarından söz edilebilir. Kadıköy’ün Vagon Kıraathanesi, Beyoğlu’nun Baylan Pastanesi böyle yerlerdi. Son temsilcilerinden Fazıl Hüsnü Dağlarca sağlık sorunları nedeniyle evden çıkamadığı, Attilâ İlhan’ı da geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz için, belki eskinin izdeş (mürit) edinme alışkanlığına bağlanabilecek bu gelenek yok olmak üzeredir.
Kadıköy Hatay
Hatay, Ali Demir’in 1967 yılında Kadıköy’de kurduğu bir içkili lokantadır. Adı, kurucusunun İskenderunlu oluşundan kaynaklanır. Ali Bey, lokantasına ‘Hatay’ adını koyarken, hem yöresel yemeklerini özleyen hemşerilerine seslenmeyi, hem de onlarla kurulacak komşuluk, dostluk, akrabalık örneği yerel ilişkilerden yararlanarak daha kolay denetleyebileceği bir ortam yaratmayı düşünmüş olabilir. Oysa, bir işletmenin, özellikle de yeme-içme ortamının kimliğini orayı çalıştıranlardan çok müşterileri belirlemektedir. Birçok kuruluşun tarihinde, kurucularıyla birlikte, bazen onlardan da önce anılması gereken kişiye/kişilere rastlanır. Örnekse, Hatay Lokantası denince yazın-sanat çevrelerinde ilk usa gelen kişi Cemal Süreya’dır. İçkisever biri olan Cemal Süreya’nın, Kadıköy’de gidebileceği, evine yakın başka yerler de varken Hatay’ı yeğlemesinin nedeni, adının çağrıştırdığı taşra doğallığı olmalı. Cemal Süreya da, az önce değindiğimiz, güçlü çekim alanı yaratabilmiş şairlerden biridir. Tüm donanımıyla Hatay’da üslenmesinin nedeni, henüz bozulmamış olan bu yeri, çevresinde oluşturmayı düşündüğü yazın-sanat ortamı için uygun görmesidir.
Söylediklerim, kestirmelere dayanıyor. Kadıköy Hatay’ı anlatabilecek denli tanımış değilim; topu topu 6-7 kez uğramışlığım var. Bakıyorum, bunların üzerinden de aşağı yukarı otuz yıl geçmiş. Bu yüzden, ister istemez, anılara başvurmak zorundayım. Belleğimde iz bırakanlardan en belirgini son gidişimde yaşadıklarım. Oturduğumuz masadaki kişilerden Ece Ayhan, Cemal Süreya ve Refik Durbaş’ı ansıyorum. O akşam, Refik’le birlikte biraz erken kalkmıştık. Kapıdan çıkmadan Cemal Süreya’nın söylediği şu sözler kulağımdan hiç silinmedi: “Mustafa! Birkaç şiir patlat da herkes görsün.” (Şiir yazmak için daha önce hiç bu denli kışkırtılmamıştım. Ne var ki, istedimse de şiirleri patlatamadım. Birkaç denemem, üzerinde yeterince çalışacak zaman bulamadığımdan, çöp sepetini boyladı. Geçimimi sağlamak için girdiğim işin çalışma koşulları şiir yazmama elvermiyordu).
Refik, bira ısmarlamayı önerdi. İskelenin yanındaki parkın sıralarından birine oturduk. Karşımızdaki büfeden alıp içmeye başladık. Geri dönüşümsüz şişeler yeni çıkmıştı; boşalanları denize atıyorduk. O günlerde şiirlerinden bazılarında Süreyya Berfe’ye sataşmaya başlamıştı. Berfe’nin eski arkadaşı olduğumdan, ara sıra benim de adımı karıştırıyordu. Bunlardan biri, gemide okurken dergiyi denize fırlatacak denli öfkelendirmiş Berfe’yi. Refik, amacına ulaşmış kişilerin dinginliği içinde anlatmıştı olayı.
Bostancı-Hatay
Kasım 1985’te Bostancı’ya taşınarak oturduğum yöreden bir kat daha uzaklaşınca, aslında pek seyrek uğrayabildiğim Hatay’a gidebilmek benim için iyice güçleşmişti. Emekli olup da Erenköy’e yerleştiğim yıl, Cemal Süreya yaşamını yitirdi. Bostancı Hatay’ın altın çağı olduğunu düşündüğüm Cemal Süreya’lı dönemini yaşayamamanın eksikliğini bugün bile duymaktayım.
Cemal Süreya aramızdan ayrılırken, sürekli gündemde kalmasını sağlayacak, başta Mehmet Ali Işık olmak üzere, birçok kişi bırakmıştı ardında; ikinci eşi Zühal Tekkanat da bunlar arasındadır. Oysa, hiç de kolay unutulabilecek biri değildi. Masada en çok o konuşurdu; ama, saatlerce dinleseniz sıkılmazdınız. Şimdiye değin, kimsenin bu nedenle Cemal Süreya’dan yakındığını duymadım.
Mehmet Ali Işık, 1975’te garsonlukla işe başladığı Hatay’a 1979’da ortak olmuştur. Dürüst, herkese saygılı bir kişidir. Çoğu Sivaslılar gibi biraz da ozan yaratılışlıdır; ara sıra şiir yazar. Cemal Süreya’nın ölümünden sonra, Hatay’da onunla ilgili her türlü etkinliğin öncülüğünü üstlenmiştir. Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği Yönetim Kurulu’nun da en etkin üyelerindendir.
1972 yılında babasının yönetimi kendisine bıraktığı, Hatay’ın büyük ortağı Tevfik Bey de, ilgilenmez görünmesine, öne çıkmamasına karşın, gerçekleştirilen yazınsal etkinliklerin en önemli destekçilerindendir.
Bostancı-Hatay, işyeri olarak, Bostancı Tren İstasyonu’nun karşısında, Bağdat Caddesi üzerinde sıralanan yapılardan birinin giriş ve bahçe katlarını kullanmaktadır. İlk kez gitmişseniz oraya, yiyip içme ortamında mı, resim galerisinde mi, yoksa daha açılışı yapılmamış bir ‘Cemal Süreya Müzesi’nde mi bulunduğunuzu düşünmek zorunda kalabilirsiniz. Giriş katının duvarları, oturulan masaların düzeyinden başlayıp yarım metreyi bulan yüksekliğe değin, saydam kılıflar içinde korunmuş, Cemal Süreya’yla ilgili bazı belgelerin fotokopileri, gazete-dergi kesikleri, değişik yerlerde Cemal Süreya ve Hatay üzerine çıkmış yazılarla kaplıdır. Bunlara, çevrenize biraz göz gezdirince ayrımsayabileceğiniz, iki ressamın yapıtı (İpek Tekil’in yağlıboya Cemal Süreya portresiyle Nihal Okçetin’in Cemal Süreya büstü) da eklenince, Hatay’ın her yerinde Cemal Süreya’nın varlığını duyumsamaya başlarsınız. Ayrıca, laik cumhuriyeti savundukları, vurgunculuğu özendiren düzene karşı kalemleriyle savaş açtıkları için genç sayılacakları yaşlarda öldürülmüş Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi, basınımızın ilerici, yurtsever üyelerinin altyazılı fotoğraflarının da Süreya’nınkilerin yanında da yer aldığını eklemeliyim. Duvarların onlardan artan bölümleriyse, özengen ressamların sergi açma tutkuları nedeniyle, hiç boş kalmamaktadır.
Merdivenle inilen havuzlu bahçe katının havası yukardakinden çok değişiktir.
Oraya geçtiğinizde, tinler dünyasından çıkıp yaşayanların arasına katıldığınız duygusuna kapılırsınız. Duvarlar gene doludur; ama, buralar Cumhuriyet Kitap’ın yazar fotoğraflarına yer verdiği sayılarının kapaklarıyla donatılmıştır. Hemen hepsi sağ olan bu yazarların, iki tek atarken, özgüvenlerini pekiştirmek amacıyla arada bir derginin kapağındaki görüntülerine kaçamak bakışlar yönelttiklerini söylemek yanlış olmaz.
Yazının başlarında Hatay’ın adını, müşteri mozaiği barındıran yerler arasında saymıştım. Bu durumda, ortamı herkesin kendine göre algılaması doğaldır. Oraya yalnızca seçkin bir ‘içkili aşevi’nde (‘restaurant’ diyemiyorum) yiyip içmek için gelenler de vardır, bir yazın-sanat ortamının havasını solumak özlemiyle gelenler de. Müşterileri, yazar-çizerlerin dışında, çoğu iyi birer okur olan öğretmen, doktor, avukat, bankacı, memur, mimar vb. orta sınıfın okumuş kesimindendir.
Yazınsal etkinlikleri
Hatay’ın yazınsal etkinlikleri Bostancı’ya taşınmadan önce, Cemal Süreya’nın bir anı defteri edinilmesini salık vermesiyle başlar. Sanırım, Türkiye’de bir ‘ilk’tir bu. Sayıları 18’e ulaşmış büyük boy, çok yapraklı “Hatay Defterleri”nin önemi, yapraklarını çevirdikçe anlaşılır. Orada, çoğu bugün yaşamayan ünlü sanatçıların doğaçtan şiirleri, yazıları ya da desenleriyle karşılaşırsınız.
Necati Tosuner, tanığı olduğu bu olayı, Elde Kitap adlı yapıtında yer alan “Hatay Meyhanesi Defterleri” başlıklı denemesinde (s.103-106) şöyle anlatmaktadır:
“1983 yılı. Günlerden de cumartesidir. Çünkü, hafta içi olamaz. (….) Pazar da değildir, çünkü Gençlik Kitabevi kapalıdır pazarları. Yaz değilse de, öyle bir hava var dışarıda. Hatay’dayız. Masa, pencerenin yanında, uzunlamasına.
Cemal Süreya ve Necati cama arkası dönük oturuyor. Öğle sonu falan.
Güneş içeriye vuruyor. Sırtımıza. Karşımızda Ziya Metin var. Yanında da biri var. (….) Tarık Dursun K. konuşuldu masada. Sonra Memo geldi. (….)
Evet, Mehmet Ali Işık’ın karşımızda öyle gülerek durduğunu anımsıyorum.
Ziya Metin ve arkadaşı kalkmışlar. Fikir, Cemal Süreya’nındı. Mehmet Ali para verdi, Memo, Gençlik Kitabevi’ne gönderildi. Biraz sonra defteri alıp geldi Memo. Cevat Dereli, karşımızda, biraz uzakta oturuyordu. Defteri Mehmet Ali’yle ona gönderdi Cemal Süreya. O bir şeyler yazdı. Sonra ben de bir satır yazdım işte. Burhan Uygur geldi sonra. O da resim yaptı deftere.
Kimse başına geleceği bilmez!
Şimdi bunları düşünmek, üzünç oluyor. Çünkü, “bir ben kaldım” gibi bir şey oluyor. Bu da ürküntü salıyor içime. Sanki, olduğumdan daha da yaşlanmışım gibi.
Neyse, öylece Hatay’ın bir defteri oldu.”
Hatay Defterleri, ‘seçmeler’ biçiminde iki kez kitaplaştı. İlki, Cevat Dereli ve Cemal Süreya ağırlıklı tıpkıbasımlardan oluşmuştu. Ümit Bayazoğlu’nun hazırladığı, 2003 yılı başlarında Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ikincisini inceleme olanağı bulamadım. Gene hazıra konup, Tosuner’in aynı yazısına başvuracağım. Amacım, kitaptaki yanlışlar üzerine bilgi edinilmesi için yazının bunlara değinilen satırlarından yalnızca birkaçını aktarmak:
“(….) Yapı Kredi Yayınları, Ümit Bayazoğlu’nun hazırladığı ‘Hatay Meyhanesi Defterleri’ni yayımladı.(….)
Metinlerin, tıpkıbasımlarının yapılması yerine, yazıya aktarılması iyi olmuş. Böylece, “bakılacak”tan çok ‘okunacak’ bir kitap olması sağlanmış. Ama bu da başka bir derde yol açıyor: Mehmed Kemal’in adı her yerde yanlış. Cevat Dereli’nin –hiç değilse kapakta görsel olarak– doğrusu var.”
Hatay’ın yazın-sanat etkinlikleri, Cemal Süreya’dan sonra eksilmemiş, tersine, artmıştır. Nedeni, onunla ilgili anma toplantılarının, adına konmuş şiir ödüllerinin de bunlara katılmasıdır.
Her yıl Cemal Süreya’nın ölüm günü olan 9 Ocak’ta, anma toplantısı düzenlenir. Genellikle, sunuculuğunu Şehir Tiyatrosu oyuncularından Uğurtan Atakan’ın yaptığı bu toplantılarda ayrıca, “Hatay’dan gelip geçenler” başlığı altında gelenekselleşmiş bir slayt gösterisi yer alır. Kuruluşundan bu yana geçen otuz sekiz yılda Hatay’ın ağırladığı, aramızdan ayrılmış ünlülerin sayısı 60’ı geçmiştir. Doğal olarak, bu sayı gün geçtikçe artmaktadır.
Hatay, tüm giderlerini karşılayarak, 1997-2002 yılları arasında, Cemal Süreya adına, genç şairlere yönelik şiir yarışmaları düzenlemiş, 2003 yılında kurulan “Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği” bu yarışmaların sorumluluğunu üstleninceye değin, yetenekli birçok genci ödüllendirmiştir.
Hatay’ın öteki etkinlikleri, imza günleri, resim sergileri, şairler ve yazarları anma günleri biçiminde özetlenebilir.
Bugün, Hatay’ın yazın-sanat ortamı olarak canlılığını korumasında “Perşembeciler” diye anılan topluluğun büyük payı vardır. Haftada bir gelirler ama, sayıları 15-20’nin altına pek düşmez. Arada bir değişik ortamları da denemişler, sonunda ‘kürkçü dükkânı’ örneği Hatay’da karar kılmışlardır.
Perşembeciler’in öyküsü uzundur. 70’li yılların ortalarında 4-5 kişinin haftanın perşembe günleri Kadıköy’deki Deniz Lokantası’nın üst katında buluşmak üzere aralarında anlaşmaları sonucunda doğmuş, gittikçe dal budak salıp Bostancı-Hatay’a değin yayılmıştır. Özgürlüğümü elde ettiğim 1990 başlarında, bu tür yerlerden uzun süre uzak kalmanın açlığından olacak, sürekli ortam değiştiriyor, birinde Deniz’e gitmişsem ötekinde Hatay’a gidiyordum. Kısacası, Eray Canberk’in bir yazısında değindiği gibi, ikili oynamaktaydım. Hatay perşembelerinde, masanın en yaşlısı Sabahattin Kudret Aksal’dı. Sonra sırasıyla, Türk Dili Dergisi’ni çıkaran Ahmet Miskioğlu, şair Halim Uğurlu geliyordu. Miskioğlu’nu yeni tanımıştım. Hatay ilinde doğup büyümesi, dolayısıyla Arapçayı ve Fransızcayı iyi bilmesi, Türkçe tutkunu olmasını engellememişti. Her perşembe, orada bulunanların adlarını küçük bir deftere yazardı. Bunu hâlâ sürdürüyor. Aksal’ın ölümünün ardından, perşembe toplantıları yavaş yavaş Türk Dili Dergisi toplantılarına dönüşmeye başladı. Bugün, Bostancı perşembecileri, dergiyle birlikte anılıyor. Gelenlerin çoğu Türk Dili yazarı.
Ahmet Miskioğlu, tutarlı, önderlik yeteneği olan bir kişi. Derginin de verdiği güçle, çevresi oldukça genişledi. Perşembeleri Hatay’a gitmeden önce, Kadıköy’deki Seyhan Cafe’de, saat 14.00-16.00 arası düzenlediği yazınsal etkinlikler epey ilgi görüyor.
Bugüne değin, Hatay üzerine yayımlanmış yazılardan, yapılmış konuşmalardan da söz etmek gerekiyor. Bazılarına ikinci elden ulaştım ve kaynaklarını araştıramadım. Örnekse, “Otuz Yıllık Kültür Hazinesi Hatay” yazısında ‘otuz’ rakamla da yazılmış olabilir. Yazımı bitirirken, bunları yazı başlığı, yazar-konuşmacı adı olarak sıralıyorum:
— “Çakırkeyif Yazılar”, Zeki Coşkun.
— “Rakılı Defterler”, Lale Filoğlu.
— “Siz Hiç Defterli Meyhane Gördünüz mü?”, Sena Efe.
— “Beğendim, Beğenmedim”, Artun Ünsal.
— “Lezzet Keşifleri”, Mehmet Yaşin.
— “Edebiyatın Karşıyakası Kadıköy”, Eray Canberk.
— “Kimler Geldi Geçti”, Şükran Soner.
— “Otuz Yıllık Kültür Hazinesi Hatay”, Adem Sancar.
— Cemal Süreya’nın “Günlük”leri.
— Mehmed Kemal’in çeşitli yazıları.
— Cezmi Ersöz’ün TV konuşması.
Mustafa Öneş
Bu yazı ik kez Kitap-lık dergisinin 90. sayısında yayımlanmıştır.
edebiyathaber.net (18 Mayıs 2012)