Otobüsün koltuklarının arkasında demir kapaklar vardı. İlk defa böyle bir şey görüyordum. Babam ara sıra o kapağı açıp, sigarasını silkeliyor; her açışta burnuma gelen koku, midemi bulandırıyordu. Bir keresinde de köyden kasabaya inerken, Nedim dayımla binmiştik otobüse. Onun koltuklarının arkasında böyle kapaklar yoktu. Ortası delik bisküvi ve gazoz almıştı bana. Severdim Nedim dayımı. Uçurtma uçururduk birlikte. “İnsan da kuş misali Serman,” demişti. “Uçmak istedikten sonra bir yolunu mutlaka bulur.” Bunun için mi meyveliğe, bir ayva ağacına asmıştı kendini, uçabilmek için mi? Ölmeseydi belki o da bizimle gelirdi İstanbul’a…
Annem ondan mı hep ağlamaklıydı? Kardeşim Belkıs ölse ben de hep ağlamaklı olurdum. “Hiii! Allah korusun. Ne kötü, Ne kötü vur ağzına.” Fehime ninem duysa böyle derdi. Annem başını cama dayamıştı, başım göğsünde… Ne yavaş çarpıyordu kalbi. Vurmaktan vazgeçecek, durdu duracaktı sanki. Hareketlenirsem hızlanır mıydı? Hızlansın istemiştim, annem ölmesin…
‘Dur oğlum Serman, az kaldı; sıkıldın mı?’ diye sormuştu annem, kendi sıkıntılarını yutkunup.
Sıkıldım ya demiştim; su ver hele. Ortası delik bisküviler bitti mi?
‘Bitti ya’ demişti, başka bisküvilerden alırız. Kırk çeşit bisküvi vardır burada…
Sigarasından son bir nefes çekip, demir kapağın içine atan babam, başımı iki elinin arasına alıp, ” Ne kırk!” demişti; “Yüz!”
Ninemi gelmeye ikna etmek çok zor olmuştu. “Toprağımı bırakamam, evladımı koydum o toprağa. O benim, topraktan gelen suyum, ekmeğim, çiçeğim oldu.” demişti. Nedim dayım çiçek mi oldu?
Otogara indiğimizde annemin, babamın elini sımsıkı tuttuğunu görmüştüm. Köyde annemle babam hiç el ele tutuşmazdı. Zaten bizim köyde kimse el ele tutuşmazdı. Çocuklar bile daha el ele tutuşup oyunlar oynarken, çocuk olmaya devam edip bir gecede büyüyebiliyorlardı. Oyunda elini tutuğum Hacer’in ertesi gün, “Artık el ele tutuşmayalım.” dediği olmuştu. Çocuk olup büyümek, ninemin tandır ocağında yaptığı ekmekler gibi için için büyümek demekti. İçin büyüyordu, kabın aynı!
Annemin diğer elini de ben tutmuştum. “Bak hele,” demişti. “Büyümüş de anasını avuturmuş.” Korkuyordum hâlbuki ama o korkunca gökyüzü kararmış gibi oluyordu. Gülünce de mevsim değişiyordu sanki…
Babamın çocukluk arkadaşı Zübeyir, bizden çok daha evvel gelmişti İstanbul’a. “Yusuf ağabey,” demişti babama, “Orda hayat yoktur, İstanbul’a ne zaman gelmek istersen beni ara, yerini yurdunu hazır edeyim.” Nedim dayım da uçurtmasını başka dünyada uçurmaya karar verince, Zübeyir emmi hepten düşmüştü babamın aklına. Otogarda eşyalarımızı taşıyacak üçteker bir kamyonet bulup, Zübeyir emminin verdiği adresi adamın eline tutuşturduk. Annem, Belkıs, ben kamyonetin arkasında, varacağımız yer bir kâğıdın üstünde, esmer bir adamın aklındaydı. Bizi nereye götürse, “İşte burasıdır!” dese, Allah razı olsun deyip inecektik. İnanmak hep çok tehlikeliydi… Neyse ki şoför bizi Zübeyir emminin verdiği adrese getirmişti. Eyüp’ tü adı. “Evliyalar semti,” demişti şoför. Evimiz ahşap bir evin ikinci katındaydı.
Günler hızla geçiyor; insanlar akın akın bu “evliyalar semti “ne geliyordu. Türbelerin kapılarına, parmaklıklarına bir şeyler bağlıyorlar hatta duvarlarındaki deliklere kâğıtlar sıkıştırıyorlardı. Babam, sigarasını sararken karşıki türbede el açıp, yüz süren insanlara bakıp, “Bak Serman, “diyordu. “Ne kadar çok insan, ne kadar çok dert var bu âlemde.”
İstanbul’ a gelirken sattığımız, Nedim dayımın kendini astığı meyveliğin parası bitti bitiyordu. Annem evin girişine Terzi Mümine yazılı bir tabela asmıştı. Ninem bile bir faydası olsun istiyor; komşuların mevlidine yasin okumaya gidiyordu. Onlar da gönüllerinden ne koparsa veriyorlardı. Ben de çalışmak istiyordum ama annem izin vermiyordu. “Kötü insan çoktur burada,” diyordu. “Kapıp götürürlerse seni, ne yaparım ben?” Evlat acısıyla kavrulmuş bir annenin evladıydı o, anlıyordum… Babam ise İstanbul’ a geldiğimizden beri aynı şeyleri söyleyip duruyor, türbelere bakıp kederleniyordu. İş aradığı ettiği yoktu. Zübeyir emminin bulduğu hamallık işini de, “Belim sakat bilmez misin Zübeyir?” diyerek reddetmişti. Türbelere bağlanan ipler koptu, gitti; duvarlardaki kâğıtlara yazılanlar silindi, gitti; derdi olanlar belki devasını buldu ama babam onların kahırlarının ağırlığıyla oturdu kaldı, türbeyi gören divanında…
“Burası ağır geldi Yusuf’a,”diyordu ninem. “Bazı insanlar öyledir, kendi derdi yetmez, tüm dünyanın derdini sırtlanır; başka bir gözü vardır onların. Bizim görmediğimizi görürler.” Ama nine demiştim, madem başka bir gözü vardır babamın, bizim dertlerimizi niye görmez? Annemin kanayan parmaklarını, senin kurumuş dudaklarını niye görmez? Okuldaki çocuklar bana eziyet eder bilmez mi? Öğretmen hor görür anlamaz mı? Belkıs hiç konuşmaz hep susar, onun sessizliğini hiç işitmez mi? Sesimdeki çaresiz öfkeyi anlayan ninem, hızlı hızlı inip çıkan göğsüne yatırmıştı beni. Köydeki taklacı güvercinim Haydar gibi titriyordu göğsü. “Onun bizden başka kimsesi yoktur,” dedi. “Sabredeceğiz, baban da görecek bizi.”
Hiçbir şey Fehime ninemin dediği gibi olmadı. Babam günden güne daha da içine kapandı. Dilinden dua, elinden tespih düşmüyordu. Saatlerce odaya kapanıp, türbeye gelen insanların şifaya, sefahate, sevdiğine, bebeğine kavuşması için dua ediyordu. Bazı geceler el ayak çekilince, türbeye inip, bağlanan çaputları topluyor, eve getiriyordu. Her birini açıp okuyor, hiç tanımadığımız insanlar için sabaha kadar dua ediyordu. Bizim ev, tanımadığımız, bilmediğimiz insanların dertlerinin toplanma merkezi olmuştu. Ninem çaresizliğin verdiği eli kolu bağlanmışlıkla, “Belki de erenlere karıştı babanız, “diyordu. “Belki de buraya gelmemizin sebebi bile budur.” Ama ninemin bu uhrevi açıklamaları ne bana ne de anneme tesir ediyordu. Babam varsın karıştığı bilinmezin içinde mutlu olsundu, bizim halletmemiz gereken, bu dünyaya ait sorunlarımız vardı. Annem işini büyütmüştü. Eyüp ‘te herkes bu eli çabuk, dikişi sağlam Terzi Mümine’yi tanır olmuştu. Ninem eskisi kadar sık gitmiyordu mevlitlere. Birkaç komşu, babamı geceleri türbeden çaput toplarken görmüştü. Bundan mütevellit mevlitlerde sorularıyla bunaltıyorlardı ninemi; bir de Nalburun karısı Mukadder, bayılan oğlu için babamın muska yapıp yapamayacağını sorunca annem hepten sinirlenmiş, göndermez olmuştu ninemi.
Annem bunca keşmekeşin içinde daha da fazla üzülmesin istiyor; okulda yaşadıklarımı ona anlatmıyordum. Öğretmenimiz Halit Çakmakçı beni pek sevmiyordu. Bana, Kavruk diye sesleniyordu. Bahçede, sınıf mevcudundan şikâyet eden bir veli ile konuşurken, çenesini yukarı kaldırıp beni işaret etmiş, “İşte böyle Hanımefendi,” demişti. “İpini koparan geliyor İstanbul’a, bu Kavruk ve ailesi gibi…” Sınıfta en iyi arkadaşım Zeki’ydi. O, üç yaşındayken ölmüştü annesi. Onun annesi yoktu, benim de babam. Olup da olmaması daha kötü demiştim. Babamı anlatmıştım utana sıkıla, anlamıştı beni. Bir eksik, başka bir eksikle tamamlanıyordu aramızda. Babası çok düşkündü Zeki’ye. Onu okuldan aldığı bir kış günü, boynundaki kaşkolü ona sarmıştı da ben ısınmıştım. Babamın dudaklarında dua olmak istemiştim o anda. Fehime ninem, “İçten içe sever seni o kuzum.” diyordu. Ben ise, içten sevilmek istemiyordum. Dilindeki dualarla birlikte ciğerlerinden üflesin istiyordum. En sonunda komşu Necibe teyzenin havale geçiren torununa sabahlara kadar okuyup, üfleyip, gözlerine kan oturunca, ona karşı içimde biriken nefret, sinemde mühürlendi… Onu artık görmüyor, anlamaya çalışmıyor, dilindeki duanın sahibini merak etmiyordum. Annem de yolunu ayırmıştı babamdan, hissediyordum. Ondan bahsetmiyor, bahsedilen ortamı hemen terk ediyordu. Gariptir, babamla Fehime ninem ilgileniyordu. Babamın derviş çilehanesine dönmüş odasına yemeğini o götürüyor, çamaşırlarını o yıkıyordu. Ninemin ikinci oğlu da babam oluvermişti. “Acıyorum garibe,” diyordu. “Bizden başka kimi var?” Annem duymazdan geliyor, odasına kapanıp, dikiş karşılığı aldığı Alman markalı radyosunda kimi zaman acıklı kimi zaman neşeli şarkılar dinliyordu. Eli ekmek tutuyordu artık annemin, kendine güveni gelmişti. Babamın kasabadan aldığı o lastik tokayı takmıyordu artık, kendine sedefli bir toka almıştı. Vuran ayakkabısını çarçabuk çöpe atmış; “Benimle mi yaşlanacak sanki!” demişti. Annem, babamla da yaşlanmayacaktı biliyordum. En sevdiği renk kahverengi iken yeşil oluvermişti; annem gözümün önünde üstündeki ölü toprağını atıyor, yeşilleniyordu sanki. Annemin yeşil tokaları, babamın yeşil tespihlerine karışıyor, düğüm düğüm oluyordu içimde…
Annemin babamı duymayı bırakmasının üstünden altı ay geçmişti ki annem evden ayrıldı. Kardeşim Belkıs’ ı da alıp gitti. O, bavulunu hazırlarken, babam odasında bir aşağı bir yukarı yürüdü yalnızca. Ben ise bodruma saklanmıştım. Ne zaman görünmez olmak istesem bodruma saklandığımı bilen annem eliyle koymuş gibi bulmuştu beni. Göğsüne yatırıp, “Bak Serman, ” dedi. “Ben gidiyorum, Belkıs’ ı da yanımda götürüyorum. Sanma ki seni bırakıyorum. O, senden çok daha savunmasız, biliyorsun baban artık bir meczup. Onunla olamam; en kısa zamanda nineni ve seni yanıma alacağım.” Annem ağustos ayının ikinci haftası, bir akşamüstü, kapıda beliren beyaz bir arabaya binip gitti. Annemin yeşim taşlı tokası, arabaya binerken Belkıs’ın ayağından düşen tek ayakkabısı, yanına oturdukları adamın güneşte parlayan kocaman altın yüzüğü, babamın perdenin arkasındaki silueti sonraki yıllarda kâbuslarımın baş aktörleri oldular… Belkıs’ı özlüyordum en çok. Ne yapıyordu bensiz? Hiç aklına geliyor muydum? Yoksa hatırında köhne bir evin bir odasında, sürekli dualar okuyup üfleyen adamın yanındaki tuhaf, çelimsiz çocuk muydum? Özleyen, geride bırakılmış, yalnız ağabey olmak yormuştu beni. Ninem ise daha yorgundu. Bakışları çok uzaklardaydı, toprağa koyduğu oğlunu ve daha yaşarken kaybettiği kızını arıyordu sanki… Dışarı çıktığında sürekli kayboluyor, komşular bulup eve getiriyordu. Ninem şubat ayının yirmi birinde öldü. Hava o kadar soğuktu ki, İmam Bekri, “Buz tutmuş mübarek toprak.” demişti. Babamı ağlarken ilk defa o gün gördüm. Ondan hiç vazgeçmeyen tek insan da gitmişti bu dünyadan. Babamla ben kalmıştık geride. Bir meczup ve her şeye öfkeli bir delikanlı…
Eve uğradığım pek söylenemezdi. Arka mahallede derme çatma bir baraka vardı. Akşama kadar, bazen geceleri de birkaç arkadaşla orada vakit öldürüyorduk. On beş yaşın sahip olduğu tüm vakitleri öldürüyorduk; ölürse belki daha çabuk büyürdük. Eve gitmediğim zamanlar babama karşı vicdani bir yük hissetmiyordum. Ne yer? Ne içer? Nasıl ısınır? Düşünmüyordum. Onun beni düşünmediği zamanlara sayıyor; öfkeme tutunuyordum. Artık barakada yaşıyor sayılırdım; diğer arkadaşlar benim kadar uzun kalmıyor, bir görünüp bir kayboluyorlardı. Ne zamandır uğramayan Sarı Samet, babasının annesini dövmesinden bıkıp usanmış, “Ben bu adamı bir gün öldüreceğim ama bugün değil.” deyip evi terk etmişti. O da benim gibi ev bellemişti artık barakayı… Barakadaki diğer kimsesizlerin uykuya teslim olup, bizim de ateşin başında ısınmaya çalıştığımız bir gece, “Bak ne diyeceğim sana ama kızma,” dedi. Kızmam elbet, söyle dedim; elimdeki demir çubukla ateşi harlarken… “Geçen gün sizin evin önünden geçtim; evin önü bir kalabalık, bir kalabalık.” Kesin muska falan yaptırmaya gelmiştir enayiler dedim; ateşin sıcaklığı yüzüme vurdu. “Yok be oğlum, öyle değil,” dedi Samet. “Evden tuhaf kokular geliyormuş; mahalleyi fareler basacak dedi Tuhafiyeci Neriman, gelip de sahip çıkan olmazsa belediyeye haber verecekmiş Muhtar.” Ne yani ölmüş mü? Dedim; duraksayarak. “Öldüğü falan yok,” dedi Samet. “Ama hali perişanmış, geçen gün Sütçü Rıfat’ın karısı bir kap yemek götürmüş buna, kapı aralığından uzanan elinden korkmuş da kaçmış. İçerden gelen kokular da cabası…” İşim olmaz dedim, tereddütsüz… Doğru demişler, Muhtar belediyeye haber versin, ne gerekiyorsa yapsınlar. Demir çubuğu ateşe atıp, uykuya çekildim.
O gece rüyamda annemi ve Belkıs’ı gördüm. Evin bir odasında kilitli kalmışlardı ve benden yardım istiyorlardı. Hangi kapıyı açsam karşıma fareler çıkıyordu. Korkum büsbütün artıyor; ya fareler onlara bir zarar verdiyse deyip umutsuzca kapıları zorluyordum. Uyandığım gibi rüyamın etkisiyle eve koştum; Belkıs’ı ve annemi kurtarmak istiyordum, oysa onlar beni o fareli evde bırakıp gitmişti. Eve vardığımda, uzaktan öylece baktım. İstanbul’a geldiğimiz ilk gün geldi aklıma; heyecanla eşyaları yerleştirmemiz, ninemin ağlamaklı ama yeni bir hayata kucak açan gözleri, annem, babam ve Belkıs’ın neşeli tavırları… Nasıl olmuştu tüm bunlar? Hummaya tutulmuş gibi titriyordum. Babamın siluetini perdenin arkasında görünce irkildim. Yanına gitmek istedim, yapamadım. Bir süre bakıştık babamla. Yağmur siluetini iyice görünmez kılınca, oradan ayrıldım. Bu babamı son görüşüm oldu. Haftasına Sarı Samet’in dediği gibi, belediyenin arabası ve bir ambulans gelip babamı götürdü.
Hem yetim hem öksüz olmak başlangıçta sonsuz bir özgürlük duygusu vermişti bana. Ta ki Sarı Samet dediğini yapıp, babasını öldürene kadar… İyi çocuktu Samet, yazık oldu ona… Sarı Samet de ıslahevine gidince yapayalnız kalmıştım. Barakaya gelen tehlikeli tiplerin ardı arkası kesilmiyordu. İçlerinden bir tanesi, boğazıma bıçak dayayıp, ninemin hatırası yüzüğü çalmıştı bir gece. O kadar aç kalmıştım da satmamıştım o yüzüğü…
Pazarda torba taşıyordum o sıralar. Bir gün pazarda, anneme elbiseler diktiren Zeliha teyze ile karşılaştım. Zeliha teyze halime o kadar çok üzülüp ağladı ki, onu teskin ederken buldum kendimi. Karnımı doyurduktan sonra beni Muhtar Rıza’ya götürdü. Orada da annemden, bizden bahsederken gözyaşları durmak bilmeyince, Muhtar Rıza sigara üstüne sigara yakmıştı…
Beni Çocuk Esirgeme Kurumunun bir yurduna yerleştirdiler. Babamın muska yaptıkları değil de, annemin çeşit şeyler dikip mutlu ettikleri, kendi aralarında para toplayıp üstüme başıma bir şeyler aldılar. Müdürümüz Niyaz Bey iyi adamdı. Babamdan görmediğim ilgi alakayı ondan gördüm. Her birimiz ile tek tek ilgileniyor, kimin neye istidatı varsa ona yönlendiriyordu. Ben okumayı seviyordum, bir de yazmayı. Yazarak dünyalar yaratıyordum; yeni insanlar, yeni hayatlar, başka yollar… Niyaz Babamız, “Serman, sen ilerde çok büyük yazar olacaksın.” diyordu. Çok okuyup, çok yazıyordum; ben de büyüyordum… Ama geceleri, annemi ve Belkıs’ı özlüyordum. Bazı zamanlar, buradan çıkınca onları bulacağım diyordum; çoğu zaman da, beni arayıp sormayan, bir başına bırakan bir anneyi asla arayıp sormam deyip, kendime acımanın yakıcı çaresizliği ile baş başa kalıyordum. Nihayetinde yurttan ayrıldığımda arar bulurum sandım ama bunu yapmayı hiçbir zaman kendimi ikna edemedim.
Yazmaya yeteneğim olduğunu gören Niyaz Babamız, çalışmam için beni Cağaloğlu’nda bir matbaaya verdi. “Hem burada işin mutfağını da öğrenirsin evlat.” demişti. Matbaanın arkasında küçük bir odada kalıyordum. Bitmek bilmeyen bir iştahla yazıyordum. İlk kitabım çıktığında yirmi altı yaşındaydım; adı Yol’du. Yazarken hep İstanbul’ a gelişimizdeki yolu düşündüm. Koltuğun arkasındaki kapağı, babamın heyecanını, annemin pır pır eden göğsünü, ninemin ağlayan kalbini, meraklı Belkıs’ı…
Şimdi elli üç yaşında, tanınmış yazar Serman Kaptanoğlu’yum. Aslında hep o yoldayım; sanırım bu yol hiç bitmeyecek…
edebiyathaber.net (21 Kasım 2023)