Toplumun özbilinci edebiyatın hangi alanında kendini gösterir, diye bir soru sorduğumuzda; bunu “roman” diye yanıtlayabilirim.
Bu, yalnızca duygu, yaşanan günübirlik insanlık durumlarının anlatımı olarak değil; düşünsel kavrayışın yansımalarını romanda bulduğumuz için romanı ön planda tutmak gerektiğine inanırım.
Bizi köklere, düşüncelere, düşlere, sorunların özüne götürür. Kavrama bilincimiz, bakışımız orada filizlenir. Bir tür yaşadığımız bellek yolculuğudur. İnsana ve hayata dair her bir şeyi romanın taşıyıcılığı, romancının bakışıyla anlamaya çalışırız.
Yitene, kaybolana, unutulana, bir daha geri gelmeyecek olana oradan bakarız.
“Kurgusal hakikat” dediğimiz şey romanla vücut bulur.
Roman, anı değildir. Yaşamdır, ama yaşanan hayatın birebir fotoğrafı da değildir.
Romancının bakışı burada esastır. Bağ ve bağlantı kurarak romanını yazar. Çıkış noktasında bir “mesele”si vardır elbette. Yaşadığı yer, coğrafya, bağlılıkları belirleyicidir.
Ulus-devletin inşa sürecinde ortaya çıkan edebiyat bir bakıma yazarlarını da bu sürecin oluşumunda angaje kılmıştır.
Yerellik, toplumsal meseleler, insanlık durumları, insan ilişkileri, geçiş ve inşa sürecinde ortaya çıkan sorunlar tümden belirleyici olmuştur.
Yer yer etnik, dini sorunlar, sınıfsal meseleler de romancıların bakışına yansır.
Bir bakıma toplumun hafızasını oluşturan bir roman birikimi kurulur bu süreçte.
Edebi akımlar, kuşaklar, kümelenmeler, kanonik yapıların da oluşumunu hazırlayan geçiş/kuruluş dönemidir sözünü ettiğim.
Roman, toplumun sosyolojik yapısını yansıtan bir edebi tür olarak karşımıza çıkar.
“Kurucu yazarlar” kuşağı dediğimiz öncü modernler (Halit Ziya Uşaklıgil, Yakup kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin) bu sürecin iz bırakan romancılarıdır. Yıkılan ve kurulana tanıklık romanlarının dokusunu oluşturur.
Dönemsel olarak, bir “sentez edebiyatı” yerine “Türk edebiyatı” kavramı öne çıkarılır. Zira Osmanlı’yı oluşturan unsurlar ya yerilir, ya da görülmezden gelinir. “Yerli” ve “millî” olan öne çıkarılır. Anadolu, Anadoluluk fikri henüz benimsenmemiştir. Tanıklığa dayalı bir roman/edebiyat anlayışı ön plandadır. Yaşamsal hikayeler, yerel gerçekler, toplumsal çelişkiler anlatılmaya başlanır.
1937’de kaleme alınan “Kuyucaklı Yusuf”un (Sabahattin Ali) ilk “Anadolu romanı” olarak nitelendirilmesi manidardır. 1929’da “Vakit” gazetesinde tefrika edilen “Çıkrıklar Durunca” yı (Sadri Ertem) bunun yerine anmak doğru olacaktır sanırım.
1932’de yayımlanan “Yaban” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu) gene aynı çizgide anılması gereken bir romandır.
Tarihsel olanla güncel olan kuruluş yıllarında romancıların ilgisini çeker. Ama meselelere derinlikli biçimde bakamazlar. Yüzeyseldirler.
Deneyimlenen bir hayat yerine görülen veya anlatılanı yazmaya yönelirler. Oysa 1940 sonrası oluşan edebiyatta/romanda deneyim ve tanıklık esastır. Roman, gücünü asıl oradan alır.
Bir arada olma, yaşama fikri bütün yanlarıyla anlatma yerine; onların var oluş, tutunma, yerle/doğayla nasıl bir çaba, yaşayış içinde olduklarını gösterme yerine hikâyeyi yüzeysel ve şematik öğelerle kurmak romanı olay ya da konu odaklı kılma düzeyinde bırakır. Yani, toplumu, insanı derinlikli biçimde inceleme/irdeleme söz konusu değildir.
Ayrışanı görme, gösterme; çatışanın ne olduğunu anlatma… Tek Parti döneminden Demokrat Parti dönemine geçişte belirgince öne çıkan toplumsal ve sınıfsal meseleler yeni bir edebiyat dalgasının oluşumu hazırlar.
Ulusal, bölgesel, yerel edebiyatın oluşma süreci Cumhuriyet’in kuruluşuna denk gelir. Uluslaşma süreci ve yeni edebiyatın kuruluşu…
- Çok dilli,
- Çok kimlikli,
- Çok kültürlü bir toplumun mayasını oluşturanların ne olduğu
sorgusu adım adın yazılan romanlarda belirmeye başlar. Toplumda “kurucu ideoloji”nin yansıdığı alanlar ve yaşanan çelişkiler romanlara yansır. Bunu hem tematik olarak, hem de biçimsel yapılarına yansıyan özelliklerinde gözleriz. Bir adım sonrasında ise tarihsel paradigmalar romancıların odağında yer alır. Özellikle Kemal Tahir’in romancılığında öne çıkan bu gerçeklik ardılı kuşakları için de etkileyicidir.
Kentten ve kırdan/köyden söz eden romanların dokusuna baktığımızda, giderek “memleket edebiyatı” gerçeğinin belirgince öne çıktığı süreç 1950 ve 1960’lardır. Dönem romancılarının bir yanda eleştirelliği, çelişkileri yansıtma biçimi, yaşanan değişimin getirdiği sorunlar; ötede ise kurucu mitler aidiyet fikri, çok seslilik, ideoloji eleştirisi, yaşanan kimlik bunalımı zamandaş gerçeklikler olarak romancıların dünyasına yansır.
İşte bu noktada “memleket edebiyatı” gerçeğini var eden kurucu yazarların romanları, bir tür “adanmışlık” düşüncesiyle öne çıkar. Böylesi bir süreç romanın hep oluş halinde bir tür olduğu gerçeğini de anlatır bize. Toplumun oluşma/dönüşme süreçleri en çok romanda kendi yansımaları bulur.
Bugün Oya Baydar’ın romanlarını var eden iklimi gözden geçirdiğimizde tek başına bile kurulan edebiyatın niteliğini gözleyebiliriz.
Şimdilerde okura ulaşan Murathan Mungan’ın “995 Km” romanı, benzer kaygılardan yola çıkılarak yazılsa da, yazarın kendi yazınsal oylumu içinde değerlendirildiğinde böylesi bir kanonik yapıya eklemlenmesi ancak yansıttığı “mesele” düzeyinde kalıyor. Romanın “keşif” sürecine ne anlatımda ne de biçimde yeni bir söyleyiş/söylem getiremiyor.
edebiyathaber.net (5 Aralık 2023)