Gün inmeye başlarken tepeler ağır misafirlerini uğurluyordu. Bense sızmışım, “Keşiş Theodor’un Düşü” kitabını okurken. İrkildim. Pencereden dışarı baktım. İneklerle cilveleşiyordu köyün çocukları; Hasan, çilli ve Sülo. Kıskandım şu sümüklülerin sevincini. Hele Hasan’ın inekleriyle be-be yaz, be-nek-li sar-ı kız-larım, diye kelimeleri hecelere bölerek konuşması yok muydu? Uyuz. Kekeme şey. Şu hırbonun neyini kıskandıysam? Babaannemin kara benekli, gavur inekleri hiç pas vermezdi bana. Ben de bayılmıyordum o yaban domuzlarının kokularına. Güya şehirde iç içe binaların arasında bunalmayayım, diye yaz tatillerinde köye yollardı annemler beni. Halbuki evde papçi oynarken gayet keyfim yerindeydi. Köy meydanında gezerdim vakit geçsin diye. Yaşlılar her zamanki köşelerinde oturur, “Aykut. Şehirde ne var ne yok?” diye sorardı. Bu ağızları dişsizlere size ne dememek için kendimi zor tutar, “Her şey var hiçbir şey yok,” derdim alaysı alaysı. “Senin neyden haberin var kara kara yanıp kuru kuru tütesice seni,” diye söylenirlerdi arkamdan. Burada zaman, büyük bir duraklamaya girerdi. Sanki yüzyıl sürecek gibiydi.
Dedemle babaannemi anlatayım birazda. Babannem, “Avare avare etrafa bakma da beni gözle enik yavrusu,” derdi buyurgan sözlerle. Ama kulağıma tontiş tontiş gelirdi sesi. Şu sebzeleri sula.Tamam. Ötede yumurtaları topla. Peki. Ahıra gir ineklere saman ver. Hoppala! Bak o kara benekli yaban domuzlarına zırnık koklatmam bilesiniz. Gülerlerdi kıkır kıkır. “Deh deh imansız deh deh güdüüük!” diyerek eşeğe biner, sırtına kırbaç şaklatırdım şak şak. Seksenine merdiven dayamış dedem, ağaç dallarına tırmanırdı benimle. Dut ağaçlarının en yükseğindeki büyük, sulu karadutları toplama yarışı yapardık. Sırf ben burada sıkılmayayım diye. Sıkılırdım uzayan ilgi merasimlerinden. Ediyle Büdü gibi etrafımda pır pır pervane gibi gezmelerinden. Bahçede, kümeste, avluda nefes aldırmazlardı on beşlik torunlarına. Z kuşağı neree Lale devri çocukları neree. Bunu bir türlü anlamıyordu büyükler.
Bu köyün çocukları benim gibi değildi. Hiç değişmiyorlardı. Çağ atlamıyordu oyunları bile. Hâlâ tavukların ardından koşup, değnekten atlarını mahmuzluyorlardı. Babannemin meşhur sözlerini yapıştırırdım onlara. “Enik büyür, it olur. Yavşak büyür, bit olur. Bunlardan bir nane olmaz” -Bu kısmı ben uydururdum- Köyün delisi zannettiğim Dağlı Ali de takılırdı peşlerine. Uzun boylu. Kavruk tenli adam. Tuhaftı. Dedemden duydum ki. Meğer cömert, iyi, bilgili biriymiş. Neredeyse kelli felli köyün dervişiymiş. Köylüler de pek severmiş bu Dağlı Ali’yi. Valla caka cuka yok. Bana göre bu dünyada herkes kendine iyi. Dağlı Ali’nin bir de eşi vardı. Kör Emine Teyze. Ailecek tuhaflık senfonisi bunlar. Köylülere gözleme yapardı her Allah’ın günü. Usanmaz mı bir insan? Usanmazdı, o. Bana da verirdi. Israrla almazdım -Israr etsin diye- İstemem yan cebime koy. Hergelelik işte. Gözlemelerin içi boş. Kör müsün be teyze? deyince içi peynir dolu gözlemeleri uzattırdı bana. Emine Teyze kördü. Evet. Babbannem; beni oklavayla dürtererk, “Deli başına develer çökesice Aykut. Bırak Emine abamı.”derdi. İkisinin de huyu, suyu birdi. Hatta isimleri bile aynıydı.
Bir gün kendi kendime oğlum Aykut, dedim. Madem bu ağzı emzikliler –köy çocukları-oyun oynamayı seviyor. Kalk ulan oynaş şunlarla. Zihnimin köşelerinde bir hınzırlık geziyor ki sormayın. Şeytanlığın daniskası. Topladım, irili ufaklı üç beş çocuk. Çilli, Hasan ve Sülo -orkestra ekibini- Ellerimizde mendil. Çıktık yola. Bayıra. Kanala. Tepelere yürüdük. Mendilleri sallaya sallaya. Marşları bağıra çağıra. Dağ başını duman da aldı. Gümüş dere durmadan da aktı. Ne tepeler aştık. Kanallar geçtik. Yürüdük. Yürüdük. Mendiller bir tarafa biz bir yana savrulduk. Metruk. Yıkıldı yıkılacak bir değirmene geldik. Değirmen değirmen değil de mavilikte pupa yelkeni mübarek. Kedi, köpek yuvası. Çuval gibi yığıldık. Karnımız acıktı. Yorulduk. İşte epey bir zaman geçti. Bir tur oynayalım, dedik. Oyun kurallarını ben belirledim tabii ki. Şehirli Aykut abilerinin sözü geçecekti burada. Kuralları saydım yüksek perdeden.
Birrr: Yarışmayı kaybedene ceza verilecek.
İkiii: Ceza alan yarışmacının donu kesilecek.
Üçç: Cezalı değirmenden köye kadar kesik donuyla yürüyecek.
Ve sonnn. Dört. Dedim bekledim. Heyecan yapsınlar az daha eğlenelim diye.
Dörttt: Cezalı köy meydanındaki taş çeşmenin kurnasına mendilini bağlayacak.
Babannem bu cezaları duysaydı kesin bana, “Yiğitler gibi yıkıl da söğütler gibi sökül Aykut!” derdi. Ben cezaları saydıkça çocuklar korku tünelindeymiş gibi sarsıldı. Ufaklıklar anırmaya başladı. Durun lan höngürdeme zamanı mı? Keyif almaya geldik şuraya. Sizi zamazingolar sizi. Kıh kıh… Hele kesik donla köy meydanında dolaşma sahnelerinizi bir seyredeyim. Bu şavalakların hâlini düşündükçe kanım boza gibi mayalanıyordu. Sabırsızlanıyordum. Uzun sürmedi bu sabır. Hasan ilk turda elendi. Yuh be Hasan! Bu kadar da kaşalot olmaz ki. Daha üç kağıt yapmama bile fırsat vermedin. İlkin cezayı anlamadı saf. Kemanın kalın telinden konuştum bu kez. Anlatana kadar imanım gevredi. Hasan yine kelimeleri hecelere bölerek, “Ya-pa-mam” dedikçe “Yaparsın aslanım, yaparsın,” diye yürüdüm üstüne. Yussuf yussuf attı kıçı. Etraftaki çocuklardan kurtuluş aradı meyus gözleriyle. Yanımıza gelen kedi yavrusundan bile medet umdu. Bodur bacaklı Hasan’ın donu topuklarına kadar iniyordu. İnce, uzun. Beyaz. Çilli’nin çakısıyla kestik. Donu kesildikçe hopladı. Zırladı.
“Yo-yoktur başka don-um ağbi. Kurban ol-a-yım yapma ağbi.”
“Lan bırak kekeç kekeç zırlamayı. Yok öyle yağma erkek adam ağlamaz.”
“A-a-anam görse be-be-ni dö-dö-ğer. Hü…Hü…”
Don kesme işi bitince Hasan’ın gün görmemiş ince, beyaz bacakları tahta gibi sırıttı. “Haydi şimdi yürü istikamet köy, marş marş! Kör Emine Teyze’den gözleme de getir la,” diye seslendim arkasından. Rüzgârın kıvrıla kıvrıla bozkırda coşup gittiği gibi önündeki otları, yaprakları hışırdatarak ayaklarıyla ezip geçti Hasan.
Epey zaman geçti. Çocuklar korktu. Köye dönmek istediler. Kartalların Mustafa’nın torunu Aykut’un dediği olacaktı. Bekleyecektik Hasan’ı. Hava karardı. Sığırların otlaktan dönüşleri başladı. Ne yalan söyleyeyim ben de ayazda kalmış fukara kıçı gibi titredim. Sığırların arkasına takıldık. Köyün yolunu tuttuk Hasan’a söve söve.
Hasan görünürlerde yoktu hâlâ. Köye de dönmemişti. Hepimizi aldı mı bir telaş. Of! Yandım ulen. Yetiş Emmoğlu. Tutuştum. Saydırıyorum içimden. Değirmenden başka bir yola mı saptın? Uyuz Hasan. Yolunu mu kaybettin kekeç? Neredesin? Önüm arkam sağım solum sobe. Kıh kıh…
“Oynadığımız oyundan kimseye söylemeyeceksiniz lan,” diye tembihledim ufaklıkları. Hasan’ların inekleri ortada gezinmeye başlayınca bir şeylerin ters gittiğini anladı Dağlı Ali.
Nam-ı diğer: Derviş. Hasan’ı sormaya başlayınca sıvıştım. Ama bu saflar var ya anında sattı beni. Her şeyi anlattılar bir bir. El gülüncü kıç silinci Aykut. Şimdi yedin mi naneyi?
Dağlı Ali. Derviş işte her neyse. Sakin. Suspus. Düşündü de düşündü. Beni bekleyin. Kimseye bir şey söylemeyin, dedi. Değirmene doğru gitti. Epey uzun bir zaman dönmedi. Çocuklar,onun tembihlerini de tutamadı. Ailelerine anlattı hemen, ben de dedemle babanneme. Muhtara, kahvedekilere. Derken köyde haber yayıldı. Jandarma arandı. Meydanda toplandı herkes. Babannemle Kör Emine Teyze elleriyle dizlerini dövdü. Dilleri Rabbi Yessir’i okudu. Elleri, kulakları, dilleri bir oldu. Onlar dövündükçe ne gittiğim yolun menzil olduğunu ne çektiğim yükün derdim olduğunu anladım. Kukumav gibi çekildim kenara tekinsiz. Gün ışıkları tepeleri aydınlatıncaya kadar didik didik aradılar; Hasan’ı, Dağlı Ali’yi. Bütün bu huysuz maceralarım aslında kendimi arama/bulma hikâyemi yazdırıyordu bana.
Sabah oldu. Tan yeri ağardı. Her konuda birbirlerini çok iyi anlıyorlarmış gibi acı seslerine yüklendi sığırlar. Tepelere yol aldı. Kör Emine Teyze, gözlemelerini köy meydanında bekleyenlere verirken “İkisi de gelecek hele bir soluklanın,” dedi metanetli sesiyle. Gözlemelerden bana uzatatarak, “Aykut kuzum. Bunların içi boş değil. Ispanaklı, ıccacık yeyiver,” deyince yerin dibine geçtim. Hasan’ın üşüyen yüreğinde kaldı utancım. Torunlarını derin bir sessizliğin içinde gören dedemle babannem seslerinin teselli makamına yüklenerek, “Tasalanma oğlum. Jandarma kuş uçurtmaz buralarda. Tutup getirir onları,” dedi. Sarsılmaz zannettiğim cesaretimi kaybediyordum.
Aramaların ikinci gününde bir hareketlilik belirdi tepelerde. İri yapılı, tıknaz bir jandarmanın kucağındaydı Hasan. Herkes bağrışarak sarıldı birbirine. Kucaklaştı. Ama Dağlı Ali yoktu ortalıkta. Bulanık bir duygu kalbimizden bütün damarlarımıza yayılıyordu. Hasan, jandarmanın kollarından kurtularak koştu anasının kucağına. Hasan’la ne köylü ne de anası ilgilendi. Muhtar, jandarmaya “Komutanım, Hasan neredeymiş? Dağ Ali’ye ne olmuş?” diye sordu ürkek sesiyle. Jandarmanın yüzünde şaşkınlık ifadesi taşımayan belirsizlik vardı. “Ağalar, bacılar. Ali Korkmaz kanala gitmiş. Tüfeğini, kıyafetlerini kanalın kenarında bulduk. Sakin olun. Sağsalim bulunur belki. Arama çalışmaları devam ediyor,” dedi. Köy. Dağ. Taş. Belki gökyüzü buz kesildi. Kör Emine Teyze, elindeki gözleme tepsisini eliyle itti. Toprağı dövdü çığlık çığlığa. Köylü, Dağlı Ali’nin kanal tarafına gitmesine anlam veremiyordu. Babaannemle dedem bu muamma çözülmüş gibi köy meydanından uzaklaştırmak istediler beni. Ağlamak üzere olan bir çocuğun dudakları gibiydi kalbim. Kendime yönelttiğim soruların hiçbir vakit karşılığını bulamadan tuttum evin yolunu.
***
Kulağının yarısı kopmuş tüyleri dökülmüş bir kedi miyavladı. Her şeyi bir yana bırakıp yaşayarak öğrenmenin kapısından geçtiğimi bu düşten uyandığımda anladım. İrkildim. Pencereden dışarı baktım. İneklerle cilveleşiyordu köyün çocukları; Hasan, çilli ve Sülo. Babannemden önce Keşiş Theodor’a anlatmak istedim, düşümü. Bahçeden kokular geliyordu, enfes. Gözlemeydi bu. Babannemle Kör Emine Teyze yine iki köklü sarmaşık gibiydi sedirin başında. Dağlı Ali, dedemle topladıkları çalıları babaanneme uzatıp, “İki Emine akşama kadar bitirebilecek misiniz gözlemeleri?” diye sordu gevrek gevrek gülerek. Dedem, “He ya, Emineler! Elinizi çabuk tutun. Daha akşama muhtarın oğlunun düğününe gideceğiz,” derken pürneşeleri efsunlu bir hava dağıtıyordu bahçeye.
edebiyathaber.net (7 Aralık 2023)