Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü, Cumhuriyet için kaleme aldığı yazısında, edebiyatımızın iki büyük ustasıyla ilgili bir anısını paylaştı ve Nâzım‘ın bir resmi ile şiirinin ‘kayboluşunun’ öyküsünü anlattı.
Yıl 1943 Orhan Kemal ve Nâzım Hikmet Bursa Cezaevi’nde 52. Koğuş’ta çile doldururken Nâzım Hikmet ablam Yıldız Öğütçü’nün beş yaşındaki fotoğrafını eline alır, 15 yaşındaki genç kızlık halini hayal ederek yağlıboya resmini yapar. Resmin sol yanına bir şiirini yazar. Kızına götürmesi için babama verir.
26 Eylül 1943’te Orhan Kemal’in cezası sona erer, Nâzım Hikmet’in sevgisini, yaptığı resimle birlikte Adana’ya götürür. Resmi, evlerinin duvarına 60×80 ebatında bir beyaz çerçeve içinde asarlar. Yıllar geçer resimdeki kız büyür, sekiz yaşına geldiğinde resme ve yazdığı şiire hayranlıkla bakar. Aralık 1946’da bir gece yarısı eve polis gelir ve arama yapar.
Orhan Kemal’in tüm yazılı evrakları, hikâyeleri, Nâzım Hikmet’le hapishane yıllarının notları, mektupları ve duvardaki yağlıboya resim alınıp götürülür. Küçük Yıldız’ın aklında resimdeki şiirin sadece giriş kısmı, “Hakkındır yaramazlık. Dik duvarlara tırman…” ile tuvaldeki genç kızın hayali kalır. Çünkü resim bir daha sahibine geri gelmeyecektir.
Zaman aktıkça bu olayı ondan hep dinlerdim. Bir umutla bu resmi Orhan Kemal Müzesi’ne kazandırmak için ilgili resmi kurumlara yazmama rağmen olumlu sonuç alamadım. Hadi resmini bulamadım, bari şiirini bulabilseydim. Nâzım Hikmet’in pek çok şiirini okumuştum. Ya gözümden kaçmıştı ya da bu dizelere uyan şiirini okumamıştım.
Ama tesadüfler araştırmacılar için yeni buluşların ilk adımıdır. Müzeye ziyarete gelen bir öğretmen arkadaşıma bu yaşanan olayı anlattığımda adı geçen şiiri bildiğini, hangi kitapta bulabileceğimi söyledi. Çok heyecanlanmıştım.
O akşam kütüphanemde bulunan, Cem Yayınevi’nden çıkan “Tüm Eserleri” serisinin ilk kitabında, 1928 yılında yazdığı “Çocuklarımıza Nasihat” isimli şiirinin tamamını bulup okuduğumda gözlerim yaşarmıştı:
“Hakkındır yaramazlık. / Dik duvarlara tırman / yüksek ağaçlara çık. / Usta bir kaptan gibi kullansın elin / yerde yıldırım gibi giden bisikletini… / Ve din dersleri hocasının resmini yapan / kurşun kaleminle yık / mızraklı ilmihalin yeşil sarıklı iskeletini.. / Sen kendi cennetini kara toprağın üstünde kur. / Coğrafya kitabıyla sustur, / seni “Hilkati Âdemle” aldatanı… / Sen sade toprağı tanı / toprağa inan. / Ayırt etme öz anandan / toprak ananı. / Toprağı sev anan kadar…”
Birkaç gün sonra şiirin fotokopisini sürprizim olduğunu söyleyerek ablama verdim. Aldı okumaya başladığında yüzü görülmeye değerdi. Bir anda o günlere döndüğünü, duygulandığını ve gözlerinin dolduğunu gördüm.
Şiiri bulmuş, resmi bulamamıştım. Ama Nâzım Hikmet ve Orhan Kemal’in usta-çırak ilişkilerinin büyük dostluklarını bu olayda tekrar yaşamıştım. Onların çektiklerini, bugün yazar, sanatçı, gazeteci ve aydınlara çektirilenleri düşündüm. Her gün mağdur olduklarını söyleyenlerin yaşadıklarından ders almayıp, başkalarının mağduriyetine kayıtsız kalmalarına, hatta sıkıntı çekmelerinden açıkça haz duyduklarına tanıklık etmekten ıstırap duydum.
Büyükler bir şekilde yapılanları göğüsleyebilirlerdi. Ama ya aileleri ve en önemlisi çocukları. Annelerini, babalarını cezaevlerinin soğuk duvarları arasında çaresiz, boynu bükük seyretmeleri hangi yüreği acıtmazdı ki? Bunların hepsini ben de yaşadım.
Değil mi ki uygarlık tarihinin acı çeken insanların destanını yazıp, o insanları yücelttiği yadsınamaz gerçekse, bunları çektirenlerin tarihin altın sayfalarında yerlerinin olmayacağı da bir gerçektir. Dünün Nâzım Hikmet’i, Orhan Kemal’i, Rıfat Ilgaz’ı, Sabahattin Ali’si şimdi nasıl var oluyorlarsa, hapishanede çile çeken bugünün yazarları, sanatçıları, gazetecileri ve diğer cesur yürekleri de yarın hep var olacaklardır. Nâzım Hikmet’in dediği gibi “Tarih seyrini değiştirmeyecektir.”
Kaynak: cumhuriyet.com.tr