Tanrılaştırma bir avuntu mudur? | Nilgün Çelik

Aralık 18, 2023

Tanrılaştırma bir avuntu mudur? | Nilgün Çelik

Anna Della Subin, Amerikalı din tarihçisi. Brooklyn’de yaşıyor. Alanında önemli yazılara imza atıyor. Mısır, Lübnan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Amerikalı sanatçı ve küratörler tarafından yönetilen Orta Doğu’nun önemli dergisi Bidoun’un da editörlüğünü yapıyor. Chicago Üniversitesi’nden mezun. Yüksek lisansını Harvard İlahiyat Okulu’nda tamamladı.

Destek Yayınlarından dilimize çevrilen Kazara Tanrılar (Ekim, 2023) okuduğum ilk kitabı. Yazarı tanımaya çalışırken dil, kurgu ve anlatı olarak hayli ilginç ve iddialı bir kitapla karşı karşıya olduğumu anlıyorum.  

Eserin her bölümünde anlaşılması güç olaylar ve kişiler, kimi zaman mitolojik mi, gerçek mi sorusunu akla getirirken, uzun araştırmalar sonucunda hazırlandığı şüphe götürmez eser, okura başka başka kapılar aralıyor. 

Zaman zaman lirik öykü tadında, kimi zaman tarihin derinliklerinde gerçeklere şahitlik ettirerek hem ilham verici olduğunu hem şaşırtıcı hem de merak unsurunu en üst düzeye çıkardığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Anna Della Subin’in eserinde “okuruna sunmak istediği hedef neydi” sorusuyla kitabı araladım. Bu kitap tanrılaştırılmış olanlara, kimin inanıp kimin inanmadığı üzerinde durmuyor. O tarihte neyin neden ve nasıl olduğu üzerinde duruyor. Tanrı ilan edilenler neden ve nasıl ilan edildi?  Kronolojik bir anlatı olmamakla beraber, tarihin sayfalarına kahramanlarla belki de tanrılaştırılanlarla giriyorum.

Kitap üç ana bölümden oluşuyor olsa da birbirine bağlı onüç alt bölüm var. Tanrısallığın beşiği sayılan Etiyopya ve onun imparatoru, Ras Tafari’nin Işığı ile giriş yapıyorum esere. Onun Mesih ilan edilmesi yeni şekillenen dine Rastafari denilmesi ve ülke için bir dönüm noktası yaratması açısından hayli ilginç bir giriş. 

Tarih anlatıcısı dili ile değil, kurgusal dille zaman zaman öyküleştirilerek  yazılmış kitabın ikinci alt başlığı Filip İncili’nde mitoloji ile gerçek birbiri ardına sıralanmış. Masalsı sayılabilecek olay ve kahramanlar da var.  Eski Mısır Halkı’nın, Ortodoks Kilisesinin ayin dili olan Kıpti diliyle yazılmış bir parşömen serisinde yazılanlar hayli ilginç. “Başlangıçta Tanrı insanı yarattı, ama şimdi insanoğlu Tanrı’yı yaratıyor” (s, 77). Bu cümle ile kitabın peşine takılıyorum. Öyleyse insanın yarattığı Tanrı kim? Prens Philip’in tanrılaştırma sürecini en eskiyle yeni harmanlanmış bir şekilde okuyorum. Kahramanın zaman zaman kurgumu gerçek mi olduğu çelişkisine düşmemek mümkün değil. John Frum bunlardan biri. Efsaneleşmiş bir figür olmakla beraber J. Frum hareketi uzun yıllar sürmüş. Sömürgecilik ve önyargıdan doğan Kargo Kültü, küresel düzene eşit katılım, ortak yaşam standardı, kurucusu J. Frum efsanesiyle bütünleşir. Bu bölümde Prens Philip’in  J. Frum’un kardeşi olduğundan söz edilmesi eserin, mitolojiden, kayda geçmiş söylencelerden beslendiğinin işaretidir.

Mac Arthur, Dört Yol, bir Amerikalının üç kıta ve dört ülkede nasıl tanrısal olduğundan söz ediyor.  M. Arthur, Filipinler’de bencil bir komutan, Japonya’da bu soydan gelmiş bir soylu, bir kurtarıcı olduğu söylendikten sonra, çıkarıldığı göklerden yavaşça yere bırakılır. Güney Kore’nin güneyinde yaşayan Chaktu Arthur’un ölümünden sonra şamanik ritüellerle iletişimde olması onu tanrılaştırmaktan başka ne olabilir? Şamanlar için Arthur, yaşamı onaylayan barışçı bir güçtü. Yeni Ginede ise yine bir efsane olarak yer buldu. A. D. Sublin’in kaleminden Mac Arthur: “Amerikan yıkımının vücut bulmuş haliydi ve dünyanın yenilendiğini hayal etmenin dört yoluydu…”  (s,122)

Üniformalı Tanrılar: A.D. Subin’in  eserine hazırlanırken akademik bilgilerinin yanında başka kaynaklardan da beslendiği muhakkak. Bu bölümde tanrılaşan askerlerin anlatıları, sadece din, siyaset etrafında dönenlerin değil öykü yazarları için de oldukça ilham verici. Bedene giren ruhlarla bedeni terk eden ruhların ritüelleri oldukça kışkırtıcı. Tüm bunlar, “… fikri, köleleştirme ve aydınlanmanın kesiştiği noktada, erken modern mülkiyet hakları, şeytancılık ve benliğin doğası kavramlarının birleştiği bir kavşakta doğdu.”  (s,127) 

Tanrılaştırılmış askerlerin bu gücü sömürgecilere, emperyalist güçlere ne şekilde yansıdığının anlatıldığı bölüm ilginç örneklerle dolu. Medyum ve falcılık işin magazin tarafı gibi hiç durmuyordu kuşkusuz. 

Kitabı ilginç kılan bölümlerinden biri Nathaniel Tarn’ın tanrısallaştırılması. O diğer tanrılardan farklı din bağlamında bir tanrı değil, hayatın felsefesinde anlam arayan ve aratan biri. Bahsettiği özetle: “Sonsuza kadar yaşama arzusu ile onu sona erdirme arzusu…”

Dinin Yıpranmış Kenarları kitabın ikinci bölümü. Mistik Tohum’da muhtelif enstitülerde profesörlerce incelenen din gerçeğinin nerede başladığı konusunda bilgiler sunuyor. İlginç olan şu cümle bölümü özetler niteliğinde: “Tanrı dışlandığında ‘din’ bir delik ya da çatlak etrafında yapılandırılmış bir kategori olarak kalır.”

İstemedikleri halde tanrılaştırılan kadınlar üzerine de bir bölüm var. Geçiş.  Her birinin hikayesi, olay ve tarihi süreçleri Hindistan, Mısır ve Avrupa’da örneklerle okura sunulurken eserin oldukça yoğun olduğunu da düşündürüyor. Yine yazarın akıcı dili ve mistik olaylarla. 

Feministlerin ilgisini çekeceğini umduğum bölüm, Sevgi Zorbalığı. Hikâyenin sonunda aktivist olan Anna’nın hikayesi din baskısından, tanrıyı sorgulayan bakışa, siyasete, hukuka yön veren, ataist bir kadına dönüşmesi, konferanslar veren bilim araştırmacısı, sonunda doğum kontrol aktivisti oluşunu konu etmekte. Bölüm sonunda yazarın sesinden güzel bir paragraf okuyorum. Oradan alıntıladığım şu cümle: “… bir inancı organize etmenin ne kadar imkânsız olduğunu görürsünüz.” (s,275) gerçeğin, belki de bizim Türkiye gerçeğinin özeti gibi. “Birini takip ettiğiniz an, Gerçeği takip etmeyi bırakısınız.” (s,275).

Üçüncü Bölüm Beyaz Tanrılar’ın alt başlığında Kristof Kolomb’dan bahsettiği Yılanlar bölümü. Kolomb’un kendi ismine “Mesih” anlamı taşıyan Christoferens soyadı eklemesi yani kendi kendini tanrı ilan etmesi hayli ilginç. Bu bölümde yerli halkın beyaz ırkı tanrılaştırmasının altı çizilir. Farklı özellikler taşıyan bu iki grubun uyumsuzluk, sevgi gibi temeller de tanrının taktiri olduğu düşünülür. Kolomb, Cortes, Pizzaro’dan örneklerle zenginleştirilmiş bu bölüm, Avrupa’nın (sömürgecinin) gücü, yerlilerin bunu kabullenişi ile örneklendirilmiştir. 

Kitabın bütününe yayılan İngiliz Sömürgeciliğinin Utanan Adam adlı bölümde daha yoğun olduğu söylenebilir. Yerlilerin bu diz çöküşünü silahlardan korktukları için ama bir kurtuluş ümidiyle yaptıklarını da söyleyebilirim: hastalandıklarında beyazların yaralarına dokunmalarını, üflemelerini istemek bunun kanıtı olmalı. Eserin bu bölümü yoktan var olma ile ilgili Adem’den uzunca bahseder. Tarihçilerin de bu konuda çeliştiği ve hatta Adem’in yalnızca beyaz ırkın atası olduğu söylendiği bölüm ilginçtir. “Bütün insanlar Adem’den geldiyse ırk farkı nasıl oluştu? Kutsal Kitap neden bu bilinmeyen uygarlıklardan hiç bahsetmiyordu?” (s, 350).  

İkinci bölümün son alt başlığı Tanrıyı Öldürmek’de A. D. Subin, cevabını okuruna bıraktığı bir başka soru ile bitirmiş: “Tanrı olarak ölenler nereye gider? Cennetlerinin beyaz ve kalabalık olduğunu hayal ediyorum.” (s,382)

Zaman zaman içimizden geçirdiğimiz ama dillendiremediğimiz Tanrının sorgulandığı bölüm Özgürleşme -Son Ayinler bölümü. İnsan Tanrı’nın sureti ise o zaman siyah mı beyaz ırktan mı olduğunu piskopos Cleage sorgularken   bir ayinde dile getirip, “Siyahlar olarak senin beyaz bir tanrı olduğuna inanarak önünde diz çökmemizin imkânsız olduğunu kesinlikle anlamalısın.” Dedi. Tanrı iyilikseverse köleliğe ve adaletsizliğe neden müsaade ettiği ve siyah insanların teninden dolayı tanrının kendini sevmediği düşüncesi sorgulanıyor. 

Bu bölümün sonunda kitabın bütününe ilgi duyanlar kadar ölümden sonra cennet-cehennemi merak eden, sorgulayanlar için de ilginç deneyimlerle dolu. Günümüzde de toplumun bir bölümünün merak sardığı ruh çağırma seansları, ölümden sonraki yaşamla bağlantı kurma adı altında yapılmış ve yazar, çok ilginç saptamaları okura sunmuş. Filozof Lamennais’in ruhuna göre, “cehhenemin sömürgeci rahiplerin” icadı olduğunu söylemesi belki de tanrılaştırılmış olanların belki de sömürgeci emperyalistlerin icadı olduğunu söylemekti.  Bir başka ilginç saptama ise Napolyon’un ruhundan geldi ve şöyle seslendi: “Omuzlarınıza örttüğünüz kraliyet pelerininden pişman olacaksınız.” Bu bölümdeki başka bir saptamaya okurlar katılacak mı bilmem, Öteki Dünya dediğimiz, “Yüce Olan” mıydı? 

A.D. Subin’in Kazara Tanrılar kitabının tamamında ortak payda Mesih’tir. Farklı bedenlerde farklı zamanlarda ister kendi isteği ister o anki toplumun dayatmasıyla tanrılaştırılan insanlar Mesih’tir. Sömürgenin normalleştirilmesi ve itaat ettirmenin en kolay ve geçerli yoludur.   Okültizm inancı kitabın geneline yayılmış tüm tanrılaştırılmış olanların ortak özelliğidir. Kazara Tanrılar, bu tanrılaştırılmış olanlarla bir boyun eğiş mi, kabulleniş mi yoksa bir kurtuluş mu olduğunu sorguluyor. Bana kalırsa kitabın bütününde birçok örneklere anlatılan, tanrılaştırma okültizmin devamında bir tür avuntu, bir tür teselliden belki de bir istismardan başka bir şey olmadığıdır.  

edebiyathaber.net (18 Aralık 2023)

Yorum yapın