Sanat felsefesi üzerine ilk kez düşünce üreten yazarlardan Hyppolite Taine’e göre, sanat olaylarıyla doğa olayları aynı niteliktedir.
Yani, nedensellik ilişkisi taşımayan ne doğa olayı ne de sanat olayı vardır. Taine bununla da kalmaz, her sanatçının siyasal toplumsal koşulların yanısıra, ülkenin ikliminden ve doğasından etkilendiğini öne sürer. Güneşsiz, yağmurlu, sisli kuzey iklimi melankolik bir sanatın, güneşli güney iklimi ise neşeli bir sanatın doğmasına yol açmıştır. Nasıl ki, şu ya da bu bitki türünün gelişmesine yol açan bir fiziksel sıcaklık ortamı varsa, şu ya da bu sanat türünün doğmasına yol açan bir manevi sıcaklık ortamı da vardır. Doğa bilimlerindeki gerekircilik ilkesi sanatta da geçerlidir.
Bu düşünceyi felsefede doğrulamak istercesine Nietzsche de, Ecce Homo adlı kitabında düşünce hızını metabolizmanın hızına bağlar ve dehanın yurt edindiği Paris, Provence, Kudüs, Atina ve Floransa’nın kuru havasını, metabolizmayı hızlandıran yerler olarak görür ve buradaki düşünce ürünlerinin yüksekliğini iklime bağlar.
Doğrusu, doğa olaylarının niteliği ile edebiyatın niteliği arasında doğrusal bir ilişki olduğu iddiasına sıcak bakmıyorum. Ne düşünce olayları, ne de felsefe, doğanın gerekirci çizgisine bağlı gibi görünmüyor; edebiyatın da, felsefenin de fışkıracağı topraklar yalnızca kendi gelişim seyrini bekliyor. Eğer varsa, edebiyatın kendi iç dinamiği içinde bir neden sonuç bağı var.
Romanın ve öykünün ilk örnekleri neden İspanya ve İtalya’da uç verdi? Bunun doğa olaylarıyla ilişkisi mi, yoksa yazı eyleminin tarihsel gerekçeleri mi daha etkiliydi? Bu konuda ben daha çok yazının bir tarihselliği olduğu düşüncesindeyim. Althusser nasıl ideolojiyi salt sınıfların tarihiyle açıklamayıp tarih aşırı bir etkinlik olarak gördüyse, ben de edebiyatı salt sınıfsal tarihle değil, tarih aşırı bir süreç olarak görüyor ve başlangıçtan günümüze kendi iç ilişkilerine bağlı olarak değişimler geçirdiğini düşünüyorum.
Ancak konumuz coğrafya ve edebiyat ilişkisini sorgulamak olduğuna ve doğa ile analoji halinde duran bir edebiyatı kabul edilemez bulduğuma göre, bu konuda söyleyeceğim sözü bitirmiş ve noktayı koymuş görünebilirim.
Ama nokta koymuyorum. Özellikle doğanın, coğrafyanın edebiyata etkisi var mıdır sorusuna daha açık yanıt vermem gerektiğini söylemeliyim. Bilimsel nedensellik yasaları gibi değil ama yazı nesnesini koşullamak açısından pek de ilişkisiz gibi görünmüyor.
Yazarların doğayı ele alış biçimlerine baktığımda aslında üç temel yönseme gördüğümü söylemeliyim:
Birincisi doğayı ve edebiyatı iç içe geçirerek anlatanlar,
İkincisi, doğayı bir fon olarak kullananlar,
Üçüncüsü doğayı değil de doğanın bir parçasını, mekânı edebiyata indirgeyenlerdir.
I. Doğayı ve edebiyatı analoji haline getirerek yazanlar
Bunun ilk örneğinin doğa olaylarının göreceliliğini kavramış bir yazar gibi görünen Jonathan Swift olduğunu düşünüyorum. Gulliver, insana göre doğa olaylarını anlamada ilginç bir başlangıç sayılabilir.
Edgar Alan Poe’nun Maelström’e Düşüş adlı öyküsü de sanki doğa ve insanın ortak bir karakter çözümlemesi gibi görünür. Norveç’teki kayalıklar etrafında, denizin yükselip alçalmasına bağlı olarak gerçekleşen gürültüyü, fırtınayı ve burgacı anlatan Poe, burada doğa felaketini, tam da içinde yaşayan insanın merakı ve dehşeti içinde anlatır.
Hemingway’in koca bir balığa oltası takıldıktan sonra Karayipler’de dolaşan balıkçısını bir düşünelim. Burada kahraman yalnızca balıkçı mıdır? Deniz ve balık da öykünün unsurları arasında değil midir? Yaşlı adamın düşünceleri, bu doğa olayı gerçekleşmese o şekilde açığa çıkar mıydı? Doğa ve insan böyle karşı karşıya geldiyse, bunu denize ve balığa bakarak kavrayabiliyoruz.
Max Frisch, İnsan Nedir ki adlı kitabında, yer katmanları, fosiller ve depremler üzerinde çalışan bir bilginin, ani bir felç atağı sonucu ölmesini anlatır. Bu kitapta çarpıcı bir analoji vardır: Deprem ile beyindeki ani bir tıkanma, sonuçta bağlı olduğu sistemi dönüştürmektedir. Bu kitap, sanırım doğa ve insan koşutluğuna vurgu yapan edebiyat için en tipik örnektir.
Ancak yine de bu tür bir edebiyatın örneklerinin yaygın olduğu söylenemez. Daha çok belli bir şehir, dağ, deniz veya doğa parçasını ele alan yapıtların yaygınlığı dikkat çekicidir.
II. Doğayı değil de olayı öne çıkartarak yazanlar
Dostoyevski asıl olarak Petersburgludur, Balzac ise Parisli; Steinbeck Californa’ya yakışır, Paul Auster New Yorkludur. Hemingway bir dünya vatandaşıdır; Kafka Prag’ı, Joyce Dublin’i akla getirir.
Bu yazarlar olayların nerede geçtiğini belirtseler de, mekânın psikolojik atmosferini kendileri yaratırlar: Dostoyevski, Neva Irmağı’na övgüler düzmez, Pasternak veya Bulgakov Moskova’da Arbat Sokağı’ndan geçerler ama bu sokağın ruhlarındaki etkisini anlatmazlar.
Joyce Dublin’in mahallelerinde neredeyse ev ev dolaşarak hikâyeler kursa da, asıl amacı Dublin’in kentsel varlığı değil, insanların davranışıdır. Kafka Prag’ın kasvetinden yararlanmıştır, ancak bundan yazarın kendine özgü bir atmosfer kurmadığı sonucuna varmak için haksızlığı göze almak gerekir.
Burada üç grup halinde böldüğüm yazarların asla diğer alana geçmedikleri gibi bir iddiayı savunacak değilim. Ben genel bir eğilimden söz ediyorum. Eğer Çehov’un Bozkır adlı öyküsündeki şu satırlardan başkasını okumasak onu rahatlıkla birinci gruba koyabilirdik:
“Bulutla bozkır birbirlerine baktılar. Bulut sanki ben hazırım demek istiyormuş gibi kaşlarını çattı.”
Çehov’un üzerinde gittiği asıl çizginin insani açmazlar olduğu akla getirilirse, onun olayı öne çıkartan yaygın çizgi içinde yer aldığı görülür. Çünkü o aslında temel olarak belli bir şehre veya bölgeye özel bir vurgu yapmaz.
Ancak bu durum, bu gruptaki yazarların belli bir bölgenin betimiyle hiç ilgilenmedikleri anlamına gelmez. Herhangi bir yerin betimlenmesi başkadır, onu edebi çizgisinin kahramanlarından biri haline getirmek başkadır. Tolstoy bize Borodino Savaşı dönemindeki Moskova’nın neredeyse şehir planını gösterir, ancak bundaki amacının zihinsel bir efekt halinde yazıya koşut giden bir şehir imgelemi olduğu söylenemez. Victor Hugo’yu Paris’i yeraltından, kanalizasyonlarından bile anlatmış bir yazar olarak Paris’le değil, Notre Dame’la yan yana koymak zorundayız.
Bu ikinci grupta yer alan yazarları çoğaltmak mümkün, aslında en kalabalık grubun bunlar olduğunu belirtmek de şart. Meram anlaşıldığına göre, üçüncü ve asıl başlığa yönelmemizin vakti gelmişe benziyor.
III. Belli bir coğrafyayı öne çıkartarak yazanlar
Doğa çok geniş ve büyük olduğu halde, edebiyatta sanki küçük ve özel bir kavram gibi görünüyor. Tıpkı resimde insandan soyuta, doğadan ölüdoğaya pek çok konu ele alınabildiği gibi, edebiyatta da doğa “konular içinden bir konu”ya benziyor. Hatta salt doğayı anlatan bir edebi yapıt bile olmuyor, çünkü edebiyatın asıl konusu insandır.
İnsanı coğrafi bir bölgenin veya belli bir mekânın parçası olarak ele alan edebiyat da çok yaygın görünmüyor. Ama burada asıl tartıştığımız konu bu olduğu için önce örnekleme yoluna gideceğim.
Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul’un coğrafyası ve mimarisinden beslenen bir yazardır. Özellikle Huzur’da romandaki kişisel özelliklerle, İstanbul’un tarihsel, mimari, coğrafi niteliklerini eşleştirir. Denebilir ki, yalnızca Mümtaz’la Nuran’ın değil, yazarla İstanbul’un aşkı da bu romanda atbaşı gitmektedir.
“İstanbul, İstanbul, diyordu. İstanbul’u tanımadıkça kendimizi bulamayız. Şimdi o bütün fakir halkla, yıkılmağa yüz tutmuş evlerle ruhunda kardeş olmuştu. Sultantepe’yi adeta humma içinde dolaşmıştı. Fakat asıl sevdiği yer çarşı içindeki Küçük Valde idi.
(…)
Artık ne İstanbul’u, ne Boğaz’ı, ne eski musikiyi, ne de sevdiği kadını birbirinden ayırmağa imkân bulurdu.
(…)
Mümtaz, Nuran’ın aşkıyla bir kültürün mirasını yaşadığını, nevakârın nakış ve çizgisi daima değişen arabeskinde, Hâfız Post’un rast semai ve bestelerinde, Dede’nin uğultusu ömründen hiç eksilmeyecek büyük rüzgârında, onun ayrı ayrı çehrelerini, aynı Tanrı düşüncesinin büründüğü değişiklikler gibi gördüğünü söylediği zaman, hakikaten bu toprağın ve kültürün asıl yapıcılarına bir bakımdan yaklaşıyor ve Nuran’ın fani varlığı gerçekten, bir yeniden doğuşun mucizesi oluyordu.”
Yaşar Kemal de doğayı roman kahramanı yapmada, evrensel bir addır. Homeros’un Tanrıları, Yaşar Kemal’de doğayla yer değiştirmiştir. Binboğalar Efsanesi’nde dilek tutmak için yıldız kaymasını bekleyen insanlarla doğa arasında, Ağrı dağında kaval çalan çobanla, gölün üzerinde dönüp duran kuşlar arasında mesafe yoktur.
Karıncanın Su İçtiği’nde şöyle yazıyor:
“Atının başını çevirdi sürdü.
Patnos Ovasına, Süphan Dağının dibine tam kuşluk vaktinde geldi. Başını kaldırdı, dağın doruğuna baktı. Dağ sütbeyaz bir duvar gibi yükseliyordu. Doruğu duman içindeydi. Doruğun yanından yöresinden, ağzına kadar, renk renk çiçekle dolmuş ovaya bacaklarını sarkıtıp kanatlarını kısmış turnalar üst üste iniyorlar, salınarak oradan oraya ağır ağır yürüyorlardı. Gökten o kadar çok turna sağılıyordu ki ovaya, ova turna sürüleriyle doluyordu. Gün ışığı altında Süphan Dağı billurdandı. Uzun boyunlu, uzun kanatlı, uzun bacaklı kuşların, bacaklarının üstünden sarkan kırmızı, yeşil, mavi, sarı telleri, şırlayan gün ışığında renk renk kıvılcımlanıyor, ovaya çökmüş yoğun ışık altında yalp yalp ediyordu.”
Bu alıntılardan sonra şunu söylemekte tereddüt etmiyorum: Belli şehirleri veya coğrafi bölgeyi merkeze koyarak, oranın özellikleri içinde kahramanlarını hareket ettiren yazarlar o coğrafyanın yazarı olarak anılabilirler.
Yazarlığın –yazının evrensel birikimi bir yana– belli bir coğrafi mekândan beslendiği durumlardan söz ediyorum. Coğrafya, yazarın duygu, düşünce ve algılama eşiğini oluşturur. Bu anlamda yazar yetiştiği çevrenin izlerinden kaçamaz. Yazarın söz düzeninin coğrafyadan, yerel dilden, insan tiplerinden, yerel müzikten, yerel geçmişten tümüyle bağımsız olabildiği şüphelidir. Bundan, başta reddettiğim Hyppolite Taine’i sonuçta benimsediğim anlamı çıkarılmamalıdır. Sözünü ettiğim şey, bilimsel kesinlik yasaları içinde doğanın edebiyatı etkilediği değil, ruhsal bir özne olan insanın, yazıyla insani varoluşu arasında ilişki bulunduğudur.
Örneğin Kapadokya coğrafyasını düşünelim. Burası, doğanın rastlantı sonucu yarattığı bir güzelliktir. Denizde günbatımının güzelliği kadar rastlantısal ve amaçsızdır. Sanat, doğadaki amaçsızlığı estetik objeye çevirerek güzelliği yaratır. Kim buranın coğrafyasının altını çizerek edebiyat yaparsa onu estetik objeye dönüştürmek amacıyla davranmak zorundadır. Coğrafyadan kopamaz. Ama aynı zamanda dil geçmişinden, kültürel varlığından, üretim süreçlerinden, siyasal geçmişten de bağımsız hareket edemeyecektir.
Coğrafyadan beslenen yazarlar coğrafyaya da bir şeyler katarlar. Çukurova artık İnce Memed’den önceki Çukurova değildir. Girit bundan sonra Aleksi Zorba akla getirilmezse eksik kalır.
Gürsel Korat – kitap-lık Sayı:82 (Nisan 2005)
edebiyathaber.net (3 Haziran 2012)