Söyleşi: Zeynep Zelan
Yıldız tozu, kar soğuğu, sakız sardunyalı pencereler, kenar mahalleler, arka sokaktan gelen Flamenko ezgisi, portakal çiçeklerinin kokusu, bir ayrılık hikâyesi, yeni yüzler, eski sözler, kadim izler… Merve Koçak Kurt “Söz Sandığı”ndan çıkardığı yeni hazinelerle okuru bir kez daha kalbinin, İstanbul’un, ayrılıkların, anıların, yanlış hatırlamaların, affetmelerin, Antakya’nın, unutulmuşların derinlerinde bir gezintiye davet ediyor. Yeni öykü kitabı Söz Sandığım, yazarın dördüncü uçuşu. Hep birlikle kapaktaki mavi kuşun anahtarını tuttuğu kapıyı açıp mavi semalarda geziniyoruz. Yirmi öyküden oluşan kitap, yazarın “sözünü çoğaltan kadim şehre ‘Antakya’ya adanmış. Yeni öykülerle, kendi hikâyesine bakmak isteyen meraklı okurunu bekliyor Söz Sandığım, arada açılıp, kaldırılıp zaman zaman yeniden okunmak için. Yazın yolculuğunu heyecanla takip ettiğimiz yazarla yeni kitabını ve tazelenen ‘dil’ini konuştuk.
Ellerin Mavi Kelebek, Oysa Rüyaydı, Naz Kahvesi ve şimdi de Söz Sandığım… 2014’teki ilk uçuşu başlangıç sayarsak bu dördüncü durağınız. Öyküde kararlı mısınız? Yoksa farklı yolculuklara çıkaracak mısınız okurunuzu?
Benzer bir soruya önceki yıllarda şöyle cevap vermişim: “Öykücü” olayım diye yola çıkmamıştım. “Yazar” olma hayalimin peşindey(d)im. Ancak hayatımın olağan akışında dilim öykü’ye evrildi. Zamanım genişlerse diğer türlerde eserler de vermek isterim. Gazetecilik eğitimi aldım. O yüzden, söyleşi yapmayı da seviyorum kitaplar üzerine yazmayı da… Özellikle “ilk kitaplar” üzerine yazmayı, söyleşmeyi çok seviyordum. Son dönemde kitap yazılarım azaldı. Denk geldikçe yazmayı düşünüyorum ama.
Şimdilerde zamanım genişledi şükür. O yüzden artık daha rahat okuyup daha rahat yazabiliyorum. Bir yandan öykü yazıyorum bir yandan deneme… Bir yandan da küçük küçük notlar alıyorum kendime. Öncelikle sağlık diliyorum -ki o olmadan olmuyor- daha sistematik bir disiplinle yazabilmek için. Uzun soluklu yazı yolculukları da yapmak istiyorum. Bunun adı novella da olabilir roman da… ‘Yeter ki gün eksilmesin penceremden’…
“Söz’ü olduğu sürece yazmak istiyor.” denmiş kitabın girişindeki biyografinizde. Söz’ünün bittiğini ya da tükendiğini nasıl anlar bir yazar? Anlarsa ne yapmalı?
Bir bilsem tam olarak! Zaman zaman insan tökezler. Düşer bazen de. Yazı yolculuğunda da böyledir kanımca. “Yaşam budur işte; düşersin yedi kez, kalkarsın sekiz kez.” diyordu değil mi Japonlar?
İnsan, yazarken kendini çok sık tekrarlamaya başlıyorsa… Aynı konular etrafında patinaj yapıyorsa… ya da ne bileyim hep aynı şeyleri anlattığını düşünüyorsa… Mola vermek, nadasa bırakmak ya da yayımlamamak iyi bir çözüm olabilir, yazarın sözünün bittiğini ya da tükendiğini hissettiği zamanlar.
On yıl kadar bir “suskunluk” dönemim oldu yazıda. Kendimi başka meşgalelerle oyaladım. Ama sonunda gelip de durduğum yer yine “yazı” oldu. “Yazı” kelimesini kullanırdı annem “kader” yerine. “Yaz(g)ı” demem o yüzden. Ömrüm oldukça Söz’üm olsun isterim, hatta benden sonraya ‘baki kalan bir hoş seda’ bırakmayı da… Kim istemez ki?
“Söz’ümü çoğaltan o kadim şehre, Antakya’ya… Minnetle.” demişsiniz ithafınızda. Neden Antakya? Antakya’nın nasıl bir yeri var hayatınızda?
Antakya, benim kelimelerimin ilk beşiği. Doğduğum yer Ceyhan’dır ama bir buçuk yaşındayken geldiğim Antakya’dır ilk söz ağrım. Asi’dir, Nehir’dir, Köprü’dür, Affan’dır… Edebi metinlerde, her metnin otobiyografik özellikler taşıdığını söyleyebiliriz. Ancak önemli olan yazarın, yaşamından damıttığı, imbiğinden geçirdiği kelimelerle yeni bir evren ‘kurması’dır. Sardunyalar bulacaksınız kitaplarımda, kırmızı. Çok severim. Simgeseldir benim için anlamı. “Feyruz’un Sesinde” bir öykü olup ‘Habbaytak Bissayf’ı söylemiştir. O kadim şehir Antakya’dır, çocukluğumdur.
Artık Antakya’ya dair ne yazarsam yazayım eksik kalacak. İyi ki yazmışım dediğim öykülerden biri de “Feyruz’un Sesinde”dir. Affan’ın ara sokakları da vardır onda, okuduğum manastırdan bozma ortaokul da, şimdi sadece bir anı mekânı olan otogar da. Okumak isteyenler “Oysa Rüyaydı” kitabımda, dinlemek isteyenler de Youtube’da bulabilirler öykümü. Ancak bir daha benzer öyküler yazacak gücü kendimde bulabilir miyim, bilmiyorum.
“Söz Sandığım”ın basım tarihi Ağustos 2023. Yayınevine dosyanın teslim ediliş tarihi, bu tarihten epey önce. Yani depremden sonra yazılan öyküm yok kitapta. Antakya’ya dair çok şey var yine de: “Belben” var mesela, Kantara Çıkmazı var, yaşadığım eski vakıf evleri, yürüdüğüm yollar var, geçtiğim ‘Asi’ bir nehir… O şehrin ruhu var!
“İnsan rüyasını seçemezmiş. Bildim.” diye başlıyor ilk öykünüz. Adı “Belben”. Şöyle bir bölüm var: “Kalbe düşen bir ahın gölgesinde yürüyorum şimdi. Dışarıdaki serinlik içime değmiyor bile. Ne sen ne ben ne de bir başkası getirebilir artık o duldasını geçmiş zamanın. Aynı yöne bakıyoruz, aynı gölü görüyoruz; ancak gördüğümüz hiçbir gölün derinliği dilimizdeki suskudan derin değil.” İnsanın, yazan bir insanın en büyük rüyası kelimeler değil midir? Onlar olmasaydı rüya görebilir miydi yazar?
Yazmaktan daha büyük bir rüyam olmadı hiç. Olmayacak da. Kelimeler olmasaydı “rüyamı” görebilir miydim? Onu bana gösteren yaz(g)ıya şükranla…
“Birimiz Yanlış Hatırlıyor”, “Bir Kalbin Attığı Yerde”, “Derinleşen Gölgelerin Bekçisi”, “Uçurumun Diğer Adı”, “Döndün, Ay Dolandı”, “Ezelden Aşina”, “Bakış Boşluğu”, Tuz Çorağı”, “Karlı Bir Genişlik”, “Bir Ömür İçin”, “Çiğdem, Çiçeğin”, “Ah!” ve diğerleri… Kimi hayatın içinden, kimi sakin kimi öfkeli… Diğer kitaplarınızdan farklı bir yön dikkati çekiyor. Psikolojik tahliller epey ağırlıklı. Kelâmınızı değiştiren şey neydi?
Hayat! Hayat ırmağı akıp gidiyor yanımızdan ve biz seyrediyoruz! Oysa, o ırmağın içine dalmak gerek. Bakış açısı değiştikçe anlatış şekli de değişiyor insanın. Yazdıkları daha bir “müşahhas” hâle geliyor. Olaylar, mekânlar, kahramanlar araya giriyor; “Beni yaz!” diyor. Şahit olduğun “acı”ları “anı”lara dönüştürmek için yazıyorsun bazen; “düş”ü “gerçek” kılmak için bazen de… Sorunuza cevap oldu mu söylediklerim bilmem, ama “bilinçli” bir seçim benimkisi. Çünkü sesim yankı/sını bulsun istemiştim en baştan beri. O ses, yankısını ararken çoğalsın. Birilerinin ruhuna, kalbine, diline değsin yazdıklarım. Değsin ki, sözüm muhatabını bulsun. Muhatabının içinde bir yerde konaklasın. Konakladığının hayatını bir nebze de olsa değiştirsin.
Bu kitabınızda, (kimi yerlerde temkinli ve mesafeli de olsa) yaşanılana tanıklığınız, güncel acılara cesaretle yaklaşmanız/dokunmanız, kötülüğe şahitliğiniz, haksızlığa öfkeniz/karşı çıkmanız oldukça dikkat çekici. Diğer kitaplarınızdan ayrı bir yerde duruyor o yüzden “Söz Sandığım.” İnsanın hayatındaki değişim/dönüşüm eserlerine de yansır mı?
İnsan, kırk yaşını geçtikten sonra hayata çok daha başka türlü bakmaya başlıyor. Değişiyor, dönüşüyor, olgunlaşıyor; bunların sonucu olarak dili de evriliyor. Yaşadığımız toplumdan ari değiliz, yaşananlar herkes gibi beni de etkiliyor. Son yıllarda yaşanan ciddi bir toplumsal yarılma var. Hiçbir dönem şahit olmadığım şeylere şahit olmak, kalbimi de yoruyor ruhumu da… Yazmak, o anlamda benim için bir “sığınak”.
Hayat koşullarım değiştikçe yazdıklarım da (biraz) değişti -ki bu çok doğal bir şey olsa gerek. İlk kitabımın öyküleri gerek dil gerek anlatım olarak daha soyut geliyordu okura. Zor anlaşılmasından yakınıyordu bazısı da. Yazdıkça, okudukça, yaşadıkça… anlattığı “hikâye” de değişiyor insanın; bir tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi belki. Metamorfoz.
“Elini yüzüne götürdü, yaralarının izi daha dün gibi taze. Tanınmaz hâle gelebilirdi kaçıp kurtulmasaydı. Kaçıp kurtulduğu sadece geçmişi değildi. Bir anne rüyasıydı. Karanlık odalı bir evin arka bahçesine vuran ışıktı. Bahardı. Beyaz orkidelerdi. Mezarı bir avluydu, cennete açılan. Aşkla konuşuyor annesi şimdi bir çocukluk anısından gelip. ‘Mavikantaron’ çiçeğinin diğer adı ‘Peygamberçiçeği’ imiş. ‘Çobanpüskülü’, ne hoş bir ağaç adıymış. ‘Mürver’, ilkbaharda çiçek açarmış. Mumsu, kaygan ve beyaz çiçekleriyle zarif bir dantele benzermiş.” diyor anlatıcınız “Bakış Boşluğu” öykünüzde. Hüznü bile coşkulu bir şekilde anlatmışsınız. Nasıl oluyor bu?
Aynı tespiti bir öykücü büyüğüm de yapmıştı yıllar önce. Hatırlıyorum. Ellerin Mavi Kelebek için bir araya geldiğimiz o söyleşide. Nasıl olduğunu tam bilemesem de hissettiğim şey şu: Yazmanın coşkusuna kendini kaptırmakla ilgili. Yazarken, ne anlattığından çok nasıl anlattığın önemli. Böyle düşünenlerdenim ben de. “Hüzün ki en çok yakışandır bize” diyen o şair haksız mı şimdi? Yazarken ‘kendimize yakışanı’ yazmak iyi bir şey, öyle değil mi?
Öykülerinizin kendine has bir atmosferi var. İlk cümleden bir dünya canlanıyor gözünüzde. Odaların bir kokusu, o atmosferi dolduran sesi var. Sonra “radyoyu açıyor.” kahramanınız, “bir eski bir zaman ezgisi doluyor içine”. Öykülerinizi anlatırken o atmosferi de oluşturmak ne anlam ifade ediyor sizin için?
Ben öyle uzun uzun ‘çalışan’ öykücülerden değilim. Atmosfer meselesine gelirsek… Öncesi sancılıdır öykülerin. Uzun uzun birikir içimde. Kelimeler. Sesler. Kokular. İsimler. Yüzler. Öyle bir an olur ki, bir addan ya da bir kelimeden/cümleden çıkarım yola. Masanın başına oturur ve yazarım. Bazen bir çırpıda. Bazen bölük pörçük. Bazen yineyeniyeniden yazarak. Dem’lenmeye bırakırım sonra. Bir düşte. Bir hayalde. Bir rüyada. Bir an’da. Yazdığım öykünün -gözünü kapattığında- can’lanmasını isterim. Okur’un gözlerinde. Kalbinde. Ruhunda. İçinde bir yerlerde.
Öykülerimin fotografik/sinematografik bulunmasının bir sebebi de bu sanatları seviyor olmam, onlara da hayatımdaki diğer alanlar gibi öyküde alan açmam.
Öyküleriniz için genellikle en çok yapılan yorum şiirsel dili olması. Belki bunda serbest çağrışımla yumuşak ve zarif bir şekilde akıp giden kelimelerinizin de etkisi var. Siz bu yoruma katılıyor musunuz?
Eskiden iyi bir şiir okuruydum. Eskiden. İnsanın okudukları, dinledikleri, baktıkları, gördükleri, gözledikleri, yaptıkları, ettikleri, seçtikleri… kısacası hayatındaki her şey yazdıklarına yansır diye düşünüyorum. O şiirin -8.10 Vapuru- hayatımda çok özel bir yeri vardır. İlk duyduğum an’ı bile hatırlarım. An(ı)lar bu yüzden öyküye yansıyor, bu yüzden iz bırakıyor, bu yüzden kalıyor işte. Kaldıkça da çoğaltsın istiyorum kendini şiirler, şarkılar, mekânlar, kahramanlar öykümde… Yazdıklarım, illa “şiirsel” olsun diye bir uğraşım da yok amacım da. Hayatın ritmi yansıyor yazıya.
“Sen şairsin!” diyenler de oldu bana. Değilim, inanın! Ama şiire yakındır dilim. Öykü’nün içine gizlenen şiirin o hâli, doğal, kendiliğinden, akışıyla geliyor. Epeydir okumuyorum şiir. (Arada denk gelirse…) Şiir’e duyduğum o “yakınlığı” kaybedeli çok oldu. Ben öykümün peşindeyim.
“Döndün, Ay Dolandı” öykünüzde uzun bir kelime monografiniz var ve orada şöyle söylüyorsunuz: “ ‘Dil’in hem ‘lisan’ hem ‘gönül’ hem ‘kalp’ hem ‘niyet’ hem ‘cesaret’ anlamına geldiğini biraz geç öğrendim.” Kelimelerle oynamayı, onları farklı formlarda sunmayı seviyor musunuz?
Sorunuzu, sevgili yazar Mehmet Fırat Pürselim’in önceki kitaplarımdan biriyle ilgili yazısından alıntı yaparak cevaplasam daha iyi olur: “Merve Koçak Kurt, ilk yazdıklarından itibaren kendi öykü evrenini kurabilmiş bir yazar. Nevi şahsına münhasır bir kalem, illa bir akrabalık kurulacaksa Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener’in yeğeni diyebiliriz. Kelimelerle oynamayı seviyor; keserek, bükerek, eksilterek farklı anlamlarda (s)özünü söylüyor. Dolaylı anlatımı yeğliyor, kahramanların içsesleri ve bilinç akışları üzerinden duruma vakıf oluyoruz. Öyküleri kalabalık kadrolu kumpanyalardan ziyade bir solist ve assolistin çıktığı sadece müdavimlerinin gittiği unutulmayan eski zaman gazinolarına benziyor: Genellikle iki kişi arasındaki ilişkiye eğiliyor yazar, geçmiş zamanların bugüne yansımasını anlatıyor ve sık sık şarkılar türküler kulağınıza çalınıyor. Hani öyküler için sinemasal denir ya… Merve Koçak Kurt’unkilerse musikimasal. Okurken ezgileri işitiyorsunuz, hayal mi gerçek mi anlayamıyorsunuz… Oysa Rüyaydı tüm duyduklarınız.”
Bir öykücü olarak gerçek hayatın kendisi bir öykü atölyesi gibi mi sizce? Yani gördüğünüz, duyduğunuz, okuduğunuz insan hikâyeleri sizi etkiliyor mu? Bunu bir öykümde kullanayım, diye düşündüğünüz oluyor mu?
“Atölye” kelimesinin bendeki çağrışımları, daha çok dikiş, nakış ve benzeri el işlerine dair. Öykü ile yan yana gelmesine hâlâ alışmaya çalışıyorum. Hayal ile hayat arasındaki bir çarmıh çivisi yazmak, demiştim yıllar önce. Hayal’e daha yakın benim için öykü. Kurmaca var içinde çünkü. Hayatın içinde de hikâyeler elbette var. İnsana dair olan her şey etkiliyor, evrene dair… Duyduğun bir ses, gördüğün bir yüz, uzak kaldığın bir anı… Fakat onlara hiçbir zaman “malzeme” gözüyle bakmadım ben. Bakmam da. Süzülüp içime damlayan o yağmur damlası gibi kelimeler. İçinde “hayat” olan, hayat/ın “içinde” olan.
edebiyathaber.net (20 Aralık 2023)