Feridun Andaç, Türkiye’den 50 yazara yönelttiği “Okuma serüveninden yazma eylemine uzanan yolunuzu anlatan bir deneme yazar mısınız?” sorusuna verilen yanıtları Varlık Yayınları’ndan çıkan “Yazarın Kitabı“nda (2004) -kendi yanıtını da ekleyerek sunuyor.
Yazarların hep merak edilen bu ilginç soruya verdikleri yanıtları biraz didiklediğimizde ilginç bazı sonuçlar elde ediyoruz.
Öncelikle, yazmaya başlama nedenleri arasında “kitaplar”ın ve “kurumlar”ın rolleri açık biçimde öne çıkıyor. Bunları, önem sırasına göre “hayat” ve “kişiler” olarak adlandırabileceğimiz başlıklar izliyor. Pek çok yazara okuma sevgisini aşılayan “kitaplar” arasında çocukluk döneminde okunan ve kitapların vaad ettiği hayal dünyasıyla tanışmayı sağlayan serüven kitapları başı çekiyor.
Jules Verne‘in serüven kitapları, Arsen Lüpen maceraları, Nat Pinkerton gibi polisiyeler, 1001 Roman ve Doğan Kardeş gibi dergiler ve hatta atlas ve ansiklopediler adı en sık geçenler arasında. Adı en çok geçen kitap ise “Robinson Crusoe“. Burada anne-babalara mesaj gayet açık: Çocuğunuza okuma sevgisi aşılamak istiyorsanız, Jules Verne kitapları alınız! Çocuğunuz çizgi roman, polisiye gibi zaman zaman hor görülen türleri seviyorsa telaşa gerek yok; keyfince okusun! Hatta en iyisi, siz de durumun tadını çıkarın. Ne de olsa, okuduğu kitaptaki hayal dünyasına dalıp gitmiş bir çocuk kadar güzel ve umut veren bir sahne az bulunur.
Yazarların verdiği yanıtlarda okuma sevgisinin yazmak için bir önkoşul olduğu bir kez daha teyid ediliyor. Ancak burada bir parantez açıp belirtmek gerekir ki, “okuma serüveni”ni “yazma eylemi”nin önüne koymayı tercih eden, “Okuyacak o kadar çok ve güzel şey varken neden yazayım?’ diye düşünen ve dolayısıyla yazma eylemine hiç geçmeyen bazı gizli yazarlar da olabiliyor. Hatta, bazı ünlü yazarlar da okumayı yazmaya tercih ettiklerini açıkça beyan ediyorlar. Bu konuda en bilinen örneklerden biri, yazdığı hikayeleri zaman zaman başkalarına hediye eden, “Ben yaşamadım, okudum” diyen Borges olsa gerek.
Kurumların Önemi
Kitapların yanı sıra eğitim kuruluşları (örneğin, Köy Enstitüleri‘nin adı sıkça geçiyor), halkevleri ve kütüphaneler başta olmak üzere bazı “kurumlar”ın varlığı/desteği de pek çok yazarımızı yazmaya teşvik etmiş görünüyor. Bazıları bu kurumlardan, bazıları da aile ve/veya yakın çevreden “kişiler” de (örneğin, yazılan kompozisyonu öven edebiyat öğretmeni, uyandığında bulması için yastığının altına çocuk dergisi bırakan baba) anlaşılan geleceğin yazarlarını besleyen ve yüreklendiren etkenler arasında öne çıkıyor. Yazmaya yönelten nedenler arasında beliren bir diğer tema olan “hayat” başlığı altında ise, yalnızlık, sıkıntı ve acıların rolü vurgulanıyor. Yalnızlığa arkadaş, sıkıntıya teselli ve acılara ilaç oluyor edebiyat. Bu noktada sorulan (s.178, Orhan Pamuk’un yanıtında) “Yazarın ilacı nasıl okurların da ilacı olabiliyor?” sorusuna cevap ararken, yazar ile okur (defter ile kitap) düşüncelerimizde bir kardeşlik duygusuyla birleşiyor ve sanki kitaplar bu cemaatin üyelerini görünmez ağlarla birbirlerine bağlıyor.
Şüphesiz bu sonuçlar, sorunun yöneltildiği 50 yazarın yanıtlarını yansıtıyor. Türkiye’den ve dünyadan başka yazarları da böylesi bir incelemeye dahil edebilmek ilginç olurdu. Burada, biri dünya literatüründen biri bizden iki çarpıcı örnek vermekle yetinelim. Dünya literatüründe “Neden yazıyoruz?” sorusuna verilmiş belki de en etkili yanıtlardan biri, 2005 yılında 100. doğum yılı vesilesiyle sıklıkla anacağımız Fransız düşünür/yazar J.P. Sartre’dan gelmişti. Özyaşam öyküsünü anlattığı “okumak” ve “yazmak” başlıklı iki bölüm içeren “Sözcükler” adlı kitabında Sartre, okumayı ve yazmayı bir “ihtiyaç” olarak görüyordu. Başyapıtı kabul edilen “Bulantı”nın kapanış cümlelerinde açıkça belirtildiği gibi, Sartre’a göre genelde tüm yaratıcı eylemler ve dolayısıyla bunlardan biri olan edebiyat bir varoluş biçimiydi. “Some of these days/you’ll miss me honey” (Günün birinde/beni özleyeceksin tatlım) dizeleri düşünülerek yazılan bu bölümde, yazarla beraber biz okurlar da bu şarkıyı söyleyen şarkıcının yaşantısını; yani, böyle bir şarkıcının bir tarihte ve bir yerde var olduğunu ve kimbilir hangi duygularla bu şarkıyı mırıldandığını düşünmeye başlarız. Belki, diye düşünür “Bulantı”nın kahramanı Antoine, bir gün biri kendisinin yazacağı romanı da okur ve şöyle der: “Antoine Roquentin yazmış bunu, kahvelerde sürten kızıl saçlı bir adamdı.”
İkinci ve son örneğimiz geçtiğimiz yıl ölümünün 50. yılında andığımız Sait Faik‘ten. Zaten, “Neden yazıyoruz?” sorusuna değinen bir yazıda, Andaç’ın kitabında da yazarlar tarafından sıklıkla kullakları çınlatılan Sait Faik’in “yanıtı”nı anmadan olmazdı. Öyleyse yazımızı, edebiyatımızın usta kaleminin unutulmaz cümleleriyle bitirelim: “Söz vermiştim kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Özlem Öz – radikal.com.tr (23.01.2005)
edebiyathaber.net (6 Haziran 2012)