Ayizi , feminist bir yayınevi. Her ne kadar ismi konusunda ilginç eleştiriler (!) almış olsa da (bkz), bugüne kadar geniş bir yelpazede (edebiyat, kuram, anı, yemek kitabı, vs.) bastıkları 16 kitapla belirli bir düzeyin üstüne çıkmış ve iki yaşını tamamlamış bir butik yayınevi denebilir Ayizi için.
Melike Uzun’un Yayınevinin sacayaklarından Aksu Bora ile yaptığı söyleşide yayıneviyle ilgili daha öz-kapsamlı bilgiye ulaşabilirsiniz. Aksu Hoca, bu söyleşide, kendilerine koydukları tek ölçütün feminist bir yayınevi olmaları olduğunu belirtiyor. Gerçekten de, yayımladıkları Tel Dolap adındaki “yemek kitabı” bile klasik anlamda bir tarif kitabı değil.
Ayizi’nin yayımladığı ilk kitap bir öykü kitabıydı: Filedelfiya Hikayeleri. Dikkat çekici bir ilk kitap olan Filedelfiya Hikayeleri hakkında da yazmıştım. Bu yazının konusu ise bir tez çalışmasının kitap haline getirilmesiyle oluşan Kimse Duymaz.
Çalışmada, daha iyi bir hayat umuduyla Türkiye’ye gelmiş bulunan göçmen kadınların nasıl insan ticareti mağdurlarına dönüştükleri kendi ağızlarından anlattıkları hikayelerine yer verilerek ele alınmış.
Modern Kölelik ve Kolektif İkiyüzlülük
İnsan ticareti “modern kölelik” olarak tanımlanır. Bu basit tanımın ardında, şiddet, tehdit yoluyla ya da çeşitli biçimlerde kandırılarak ya da razı ettirilerek sömürülen insanlar var. Organ ticareti, zorla çalıştırma, zorla fuhuş yaptırma insan tacirlerinin şahsında suç örgütlerinin başlıca amaçlarındandır.
Yaşanan acıları sayılar üzerinden analiz etmek, vicdanımızı ve zihnimi bulanıklaştırır. O nedenle dünyada yılda kaç kişinin, Türkiye’de kaç kişinin insan ticaretine maruz kaldığını belirtmemiz kuru bir bilgiden öte yer etmeyecektir hafızamızda. Bir olgunun nedenleri üzerinde durmak, sürecine ve sonuçlarına odaklanmak sayılardan daha fazla şey söyleyecektir bize.
Öncelikle, insan ticaretine sadece kadınlar maruz kalmıyor; çocuklar ve erkekler de insan ticareti mağduru oluyorlar. Kadınlar da yalnızca fuhuş amacıyla insan ticaretine maruz kalmıyorlar. Ancak en sık rastlananı kadınların fuhuşa zorlanması amacıyla gerçekleştirilen insan ticareti.
Feminizm içerisinde, “fuhuş” kavramının farklı farklı tanımlanması insan ticareti mağduru tanımına da yansımakta, farklı mağdur tanımlarına yol açmaktadır. “Fuhuş yapan kadın (fahişe)” mı yoksa “seks işçisi” mi? Ticari cinsellik nedir? Rızayla yapılan fuhuş/zorla fuhuş diye bir ayrım yapılabilir mi yoksa fuhuş doğası itibarıyla gönüllü olarak yapılamayacak bir “iş” midir? Seks hizmeti satan değil alanın cezalandırıldığı İsveç modeli çözüm müdür? Bu sorular çok tartışmalı bir konunun çerçevesini oluşturmaktadır (Seks işçileriyle ilgili akademik çalışmalar da mevcut. Sözgelimi Aslıcan Kalfa’nın bu konudaki ufuk açıcı çalışması için bkz.
Bu sorular bu yazının kapsamını kat be kat aşarsa da, şu kadarını söylememiz gerekli: her alandaki ikiyüzlülük burada da geçerli. Devletler bir yandan fuhuşu düzenleyip “genel evlere” izin vermekte, öte yandan “illegal” çalışmak durumunda kalanlar için gerekli düzenlemeleri yapmamaktadır. İşte bu noktada “seks işçisi” tanımına katılmasanız bile, bu insanların “iş güvenlikleri” için gerekli önlemlerin alınmamasına duyarsız kalamazsınız. Ancak insan ticaretine konu olan fuhuş, göç sürecindeki kadınların fuhuşa zorlanmaları olduğundan bu tartışma bu yazının kapsamı dışındadır.
Aynı ikiyüzlülük “seks hizmeti” satın alan “müşteriler” için de geçerli. Müşteriler “çalışmak” istemeyen kadınlara çalışmak istemiyorlarsa burada ne işlerinin olduğunu soruyorlarmış. Elif Özer’in görüştüğü kadınlardan biri bu durumu şöyle anlatıyor:
Ne işin var burada diyorlar. Senin hanımın yok mu dedim. Sen niye öyle fuhuşhaneye geliyor sen dedim. Benim hanımım kapalı diyor. Beş vakit namazı kılıyor diyor. Yatakta güzel seks yapmaz diyor. Ben ondan gelicem fuhuşhaneye diyor. Ha tamam dedim. Sen ondan geliceksen fuhuşhaneye dedim. Ammaaa ben dedim kocam öldü dedim. İki tane çocuk var dedim. Ev yok dedim. Ev almak istiyorum dedim. Para kazanmak için ben ondan geldim dedim. Anladın mı dedim. Sen bana bu lafları söyleme dedim. Ben çocuk değil dedim. Ben de para için geldim dedim. Yarrak için gelmedim dedim. Benim memlekette çook yarrak bana dedim. Yarrak var ya o şerefsiz laf biliyor musun. Ben onun için gelmedim dedim ben para için geldim dedim. Ama bu senin erkeklerin çok şerefsiz dedim. Tüüh lanet olsun dedim. (Sayfa 117)
Kapitalizm ve Ataerkil El Ele
Devletler açısından sınıraşan bir kriminolojik olgu olmanın ötesinde akademik alanda da çalışılmaya başlanan bir alandır insan ticareti. Elif Özer, insan ticareti mağdurlarıyla ilgili yapılan çalışmalarda mağdurların seslerinin ve taleplerinin es geçilmesinin önemli bir eksiklik olduğunu aktarıyor. Kimse Duymaz, akademik bir çalışma. Ancak akademik bir çalışmanın dezavantajlarını (kuru, üstten ve fazla resmi bir dil) taşımıyor; aksine mağdur kadınların hikayelerini kendi ağızlarından aktarmadan önce verdiği arkaplan bilgisiyle kadınların hikayelerini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Çünkü Elif Özer’in amacı çalışmasında bir mağdur edebiyatı yaratmak değil. Hem yola çıktıkları kendi ülkelerinde hem de vardıkları ülkelerde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden mustarip olan kadınların hikayelerine yer vererek işaret ettiği boşluğu doldurmaya çalışıyor. Arkaplan bilgisi olmadan, salt kadınların hikayelerini okuyor olsaydık, aslında ekonomik, sosyal ve kriminolojik boyutu olan bir olguyu kişilere özgü bir sorun olarak algılama yanlışına düşebilirdik. Oysaki genel anlamda göç olgusunun, göç etme isteği ve eyleminin çok farklı boyutları bulunmakta. Daha iyi bir yaşama kavuşma isteği ya da kaynak ülkede yaşamayı olanaksız hale getiren çeşitli itici sebepler ile göç sürecine giren kadınlar, kendilerini nasıl bir süreçten geçerek insan ticaretinin nesneleri olarak buluyorlar? Bu durumun, kadınların hem ayrıldıkları kendi ülkeleri hem de vardıkları hedef ülkelerde süregiden toplumsal cinsiyet rolleriyle ilişkisi nedir? Göç sürecinde mağdur olan kadınların bu duruma dayanma ve dayanışma stratejileri nelerdir ve sonrasında neler yaşamaktadırlar?
Elif Özer, tüm bu sorulara, kadınlarla derinlemesine ve kapsamlı görüşmeler yaparak yanıt aramış ve dört ana konuya yoğunlaşmış: göç öncesi bağlam, yani kadınları bu göç serüvenine iten nedenler; göç sürecine girme, yani sürecin nasıl işlediği; çalıştırılma süreci, yani kadınların Türkiye’ye varışlarından sonra yaşadıkları ve son olarak da mağdur tespit süreci, yani kadınların resmi makamlarca mağdur olarak tanımlanmaları ve sonrasında yaşadıkları.
Bu dört temel başlığa odaklanırken, hem kadınların ifadelerine yer veriyor hem de kadınların söylediklerini daha iyi algılayabilmemiz için gerekli bilgiyi veriyor yazar. İnsan ticareti olgusunu, devletlerin ve resmi ağızların gördüğü gibi, salt bir kriminolojik mesele olarak değil, diğer boyutları da içerecek şekilde ele alıyor. En önemlisi de, bu sorundaki toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve patriyarki ilişkisini ve etkisini anlamamızı sağlıyor. Tüm aşamalarda ama özellikle de sürecin başlangıç noktası olan göç öncesi bağlamda; eşitsizlikçi toplumsal cinsiyet rejimi, neo-liberal politikaların gayri insani biçimde uygulandığı kapitalist sistemin içerisinde kadınları geleneksel ve tarihsiz olarak ikincil olarak konumlayan ataerki ile birleşince kadınları içinden çıkmalarının zor olduğu fasit bir zulüm dairesinin içine hapsediyor. Kadının güvencesiz ve “esnek” çalıştırılması yönündeki küresel talep, fuhuşa yönelik eril talep ve kadının aleyhindeki geleneksel cinsiyetçi iş bölümü dünyanın her yerindeki ama özellikle Avrupa dışındaki bölgelerde yaşayan kadınlar için bir şeytan üçgeni oluşturmakta.
Zorlayıcı koşulların etkisiyle kendilerini ummadıkları durumlarda bulan kadınlar bir direnme stratejisi olarak, daha sonra rıza da gösterebilirler. İnsan ticaretine maruz kalan kadınların bir kısmı seks sektöründe çalışacaklarının daha baştan farkında da olabilirler. Elif Özer’in dediği gibi “Bir kadın, ülkesindeki seçeneksizliğine karşı burada fuhuş içinde kalmayı ‘tercih’ edebilir ancak tercih, gönüllü ve isteyerek yapıldığı anlamına gelmemeli.” Dışarıdan bakıldığında çelişkili görünmesi muhtemel olan bu ifade insan ticaretine maruz kalan kişilerin koşullarına ayrıntılarıyla bakıldığında son derece anlaşılır oluyor. Değinmeye çalıştığımız itici ve çekici faktörlere ilaveten devletlerin sınır ve vize politikalarının katılığı, mağduriyetleri önlemek amacıyla alınan önlemlerin bile yukarıda saydığımız genel koşullardan aldıkları görünmez destekle suç örgütlerince avantaja dönüştürülmeleri çıkmaza çıkmaz eklemekte. Suç örgütlerinin karmaşık düzeneği ve özellikle kaynak ülkelerde akrabalık/tanış ilişkilerince sarmalanan yapısı, sınıraşan koordine ve iletişim becerileri, devletlerin hantal kurumları ve “sert” önlemlerini kolayca atlatmaktadır.
Kitapta eski Sovyet ve Orta Asya ülkelerinden gelen kadınların hikayeleri var. Bu hikayelerin hem kendi öznelliği ve tekilliği baki hem de yazarın ifade ettiği şekliyle “bu biricikliğe rağmen kolektif bir biyografiyi” de temsil etmekteler. Hatta daha geniş bir bakış açısıyla kadınların anlattıkları hikayelerle, dünyanın başka başka yerlerindeki kadınların hikayeleri ile paralellik kurulması da çok mümkün. Bir mağdur destek görevlisinin sözleri bu bağlamda okunmalı:
Uyuşturucu kullananın namus, şerefi olmaz. Karısını özü görmez. Para lazımdır, ne lazımsa yapar. Özbekistan’da durum acınacak halde. Devlet zengin ama halk fakir. Devlet zengin ama kalan acından ölüyor. Sovyetler varken herkesin işi vardı. Okul, eğitim bedavaydı. Polisten korku vardı. Polisten korku varsa uyuşturucu olmaz. Özbekistan’da uyuşturucu hep vardı ama polis korkusuyla yayılmazdı. Eskiden gece 12’den sonra kadın dışarı çıkardı. Şimdi 8’den sonra dışarı çıkmaktan korkarsın. Eskiden Özbekistan, Azerbaycan pamuk üretiyordu. İp Moskova’daydı. Düşünsen pamuğun var ama gömlek yapamıyorsun. Moskova yapıyor. Her yerde fabrik vardı, ama her şey bir yere bağlıydı. Şimdi pamuk da var ip de ama gömlek hiç yok. Şimdi her şeyi düzlemişler. Sıfırdan başlıyor her şey. 88’den beri 22 yıldır yeni yeni toparlanmaya başlıyor. Hangi devletin kasasında para varsa çabuk toparlandı. Hangisinin yoksa sefil oldu. Dubai’ye, Türkiye’ye fuhuş devam edecek çünkü para kazanması daha kolay. Para lazım. Artık hep kadın çalışıyor. Para kazanan kadın boşanabiliyor. Orada iş yok. Burada turizm var, fuhuş var. Orda da fuhuş var ama orda akraba var. (Sayfa 155)
Bütün bunların üzerine, son günlerdeki can sıkıcı ve bol saptırmalı kürtaj tartışmalarında Bosna’daki tecavüze maruz kalan kadınların çocuklarını doğurduklarını örnek göstererek tecavüz mağduru kadınların kürtaj yaptırmamalarını salık veren zihniyete, o çocukların çocuk pornosu “sektörü”nün nesnesi olduklarını hatırlatmak lazım.
Aslında birbiriyle yakıcı bir biçimde ilgili olan bu sorunların kaynağı olan ve zaman zaman kadınların da katkılarıyla süregiden ataerkil zihniyet yapısı ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunda düşünmek her kadın ve erkeğin sorumluluğudur!
İnsan ticaretine maruz kalan bir kadının söylediği gibi, kimse duymayacak mı bu adaletsizliği: “’Bu işi yaparsın. Yapmak istemezsen de yaparsın. Yapacaksın’ dediler. Korktum. Bir şey yaparlar diye. Burda bir Türkmen ölse kimse duymaz” (Sayfa 101).
Onur Çalı – edebiyathaber.net (8 Haziran 2012)