Hiçbirinde görmediğim bir şey vardı sende Mualla. Otururken boyu dizinin hemen altında biten elbisenin eteklerini çekiştirmende desem değil. O küçücük yüzünü çevreleyen uçuk mavi baş örtünden görünen saçlarını gizlemeye çalışmanda da değil. Modası geçmiş, altın rengi büyük tokaları hala pırıl pırıl parlayan sivri burunlu ayakkabılarınla haftanın iki günü, Salı ve Cuma sabahları vapura biner ve Üsküdar’a varana dek gözünü boğazın sularından ayırmazdın. Bir sabah Üsküdar’da benden az büyük olduğunu tahmin ettiğim ceketli kravatlı bir adam seni karşılayıp “hanım bunları istiyormuş, çarşıya beraber gidin dedi Mualla kızım” diyerek sana elindeki bir kağıt parçasını gösterdiğinde, ilk takıldığım mevzu adamın sana “kızım” demesiydi Mualla. Belki zannettiğimden yaşlıydı kendisi, ya da sen çok mu küçüksün acaba? Eğer öyleyse, seni gülümserken hayal etmem, saçının boyunu merak etmem sapıkça olurdu, değil mi Mualla? Ellerin ayakların ufacık, annem görse sana kuş kemikli derdi. Ben sana içimden Bergüzar ismini yakıştırmıştım. Rüyalarımda, oturduğum semtin, Beşiktaş’ın inişli çıkışlı daracık sokaklarında seninle el ele tutuşmadan yan yana yürürken, suyu çoktan kesilmiş çeşmelerin başında dinlenirken “Bergüzar, bak bu ağaççık ne güzel, şu sardunyaya güneş ne de kıvamında vurmuş” diyordum. Olsun, adının Mualla oluşunda sıkıntı yok, hatta sevindim biliyor musun? Çünkü bana öyle geliyor ki sen domatesli pilavı Bergüzar’dan daha iyi yaparsın.
Hanıma astarlık kumaş, fisto, çıtçıt alışını izledim uzaktan. Ceketli adam da yandaki dükkanın kapı önüne çıkardığı sepetten bir kasket denedi kendine. Ben olsam almazdım ya, o beğendi, cebindeki buruşuk paralardan bir ikisini verdi, aldı. Pasajın içindeki gözlükçüye ve aktara gelen giden çok oluyordu da Allahtan, ortalıkta boş boş dolanmam göze batmıyordu. Elindeki küçük poşetle tuhafiye dükkanının kapısında belirdiğinde vitrindeki gelinlik giydirilmiş oyuncak bebekten bile güzel göründün gözüme Mualla. Rahmetli anneannemin her şeyi unutup da bir tek onu hatırladığı, memleketteki evin bahçesindeki kayısı ağacını aklıma getiriyordu pembe sarı yanakların.
“Acele edelim Besim Amca” dedin. “Çaya hala hanımlar gelecek, gidelim de bir börek atayım fırına.” Besim Amca yeni kasketini fark etmemeni umursamadı. Ya da umursamadığına kendini ikna etmek istercesine, yapmacık bir neşeyle, “Bunlar hanımın Doğan Bey’in sünnet düğününde giydiği ayakkabılar değil mi” diye sordu.
-Ben nereden bileyim Doğan Bey’in sünnetini Besim Amca? Adamın oğlu gelmiş neredeyse on yaşına. Sağ olsun, bizim Hanım’ı bilmiyor musun? Huyudur, bir eşyasını verecekse kendisinin bir daha giymeyeceğinden iyice emin olana kadar bekletir de öyle verir. Oğlunun sünnetinden beri anca içi el vermiş demek ki ayakkabıları elden çıkarmaya.
-Bu ayakkabılar çok mevzu oldu da ben de o sebeple hatırladım. Sünnet düğününde ayaklarını çok sıkmış, ben eve gelip gündelik bir çift pabucunu alıp getirmiştim salona. Masanın altında değiştirip bunları da bir çantaya koyup elime vermişti. Ayakkabıları arabaya götürürken kapıya yakın masaların arasında bir anda bir sarhoş kavgasının ortasında bulmuştum kendimi. Birinin istediği şarkıyı mı çalmamışlardı, birine içki mi vermemişlerdi, öyle bir sebep. O karışıklıkta, itiş kakış derken ben ayakkabıları bırakmışım bir yerlerde. Ortalığı sakinleştirdikten sonra alıp bizimkileri eve getirdim. Kimin aklına gelir ayakkabı…
Hikayenin sonunu duyamadım. Pasajın arka sokağa açılan kapısından çıkıp kasketli Besim Amca’nın sürdüğü eski model bir Mercedes’le benden ayrıldınız. Tokaları hala altın gibi parlayan ayakkabıların sünnet düğününden senin ayaklarına nasıl ulaştığını öğrenemedim. Böreği neli yapacaktın acaba Mualla? Yufkayı kendin mi açacaktın?
Uydurmak zorunda bıraktın beni Mualla. Sait Faik’in Birahanedeki Adam hikayesinde yaptığı gibi, sana ve yanındaki adama, kılığınıza kıyafetinize dikkatlice bakıp uydurmam mecbur oldu bu hikayeyi. Ayağındaki o ayakkabıların gelmişini geçmişini anlatmadan önce, rahmetli Sait’in sırtında koyu yeşil pardesüsü, başında yukarıya doğru ittiği dar kenarlı şapkası ile bir kahvede otururken söylemiş olabileceğini hayal ettiğim o cümleyi aklımdan geçiriyorum. “Sokakta, bir dükkanda, kalabalık bir yerde durup herhangi bir adamın yüzüne bakarak hayatının hiç olmazsa bir kısmını hikaye etmek mümkündür.” Neticede şu satırlar oldu:
Oğlu Doğan’ın sünnet düğününde giyeceği ayakkabıları Şişli’deki meşhur Hayko’dan almıştı Meziyet Hanım. Altın rengi tokalarına, parlak derisine bayılmış, tostombul ayaklarının o sivri burunların içinde ne hale geleceğini hiç hesaba katmamıştı. Görümcesi Aynur’un Ermeni terzisine diktirdiği bordo tafta elbisesinin sırtına da minik altın rengi düğmeler koydurmuştu. Sünnet düğününde hiçbir şey arzu ettiği gibi gitmemişti. Oğlan bütün akşam ağlayıp sızlanmış, misafirlerin yüzüne bir kere gülmemişti. Gelenler ellerindeki altınları mavi saten üzerine beyaz dantel kaplı yastığın üzerine iğneledikçe, şımarık oğlunun suratsızlığının altında iyice ezilmişti. Kocası Rahmi, dükkan komşularının oturduğu bekar erkekler masasından kalkmak bilmemiş bütün akşam içmişti. Meziyet Hanım beyinin koluna girip dosta düşmana karşı salonu boydan boya şöyle bir yürüyememiş, beş dakikacık olsun dans edememişti. Ayakkabıların acısı da üzerine eklenince ağlamaktan beter olmuştu kadıncağız. Dayanamayacak hale gelince de şoför Besim’den rahat bir çift pabuç getirmesini istemişti evden. Besim’in getirdiklerini giyip bir oh dedikten sonra ayağından çıkardıklarını eline tutuşturmuştu adamın.
Salondan çıkmasına beş on metre kala Besim bir anda kendini küfür kıyamet bir sarhoş kavgasının içinde buldu. Onu mu tutayım bunu mu tutayım derken de hanımın ta Şişli’den meşhur Hayko’dan aldığı ayakkabıları oralarda bir yerlerde unuttuğunu da ancak günler sonra fark etti. Bir akşam yolunu düşürüp gittiğinde salonda pasta limonatalı kavgasız gürültüsüz sakin bir düğün vardı. Pistte kör meyve sinekleri gibi sağa sola kaçışan çocuklar ve donuk donuk dans eden çiftler vardı. Sahnedeki balık etli kabarık saçlı kadın, hiç taşırmadan boyadığı küçük bordo ağzıyla yorgun sesiyle söylüyordu. “Seni beklerim öptüğün yerde…” Besim bakışlarını kadının kalçalarından aşağı indirebildiğinde kalın ayak bileklerinin hemen altında Meziyet Hanım’ın ayakkabıları ile karşılaştı. “Seni beklerim öptüğün yerde, belki bir akşam dönersin diye…” Yüzünü acıyla buruşturuyor oflayıp pufluyordu kadın. Bir sonraki şarkıya geçmeden önce bir çırpıda kurtuldu ayakkabılardan. “Seni benim kadar hiç kimse sevmeyecek, seni benden beni senden başka hiç kimse bilmeyecek…” Çıplak ayaklarıyla indi sahneden. Besim tarafından izlendiğinden habersiz, garsonlardan birinin getirdiği plastik terlikleri ayağına şaklata şaklata çıktı salondan. Besim, sahnenin kenarında öksüz kedi yavruları gibi sahipsiz kalmış ayakkabıları kaptığı gibi soluğu evde aldı. Meziyet Hanım’ın onları gördüğünde neşesi yerine gelir sanıyordu ama kadın oralı olmadı. Bir müddet ortalıkta göründü altın tokalı sivri burunlu ayakkabılar. Nihayetinde, giyilmeyen ama başkasına verilmek için iyice eskimelerinin beklendiği kıyafetlerle dolu bir sandıkta kendilerine yer buldular.
Senin küçücük daracık ayakların için yapılmış meğer bu ayakkabılar Mualla. Nasıl da rahatça sekiyorsun onların üzerinde. Bu sabah karşına değil yanına oturdum vapurda, bir cesaret. Çantandan bir sigara böreği çıkarıp yemeye başladın çıtır çıtır. Nasıl baktıysam artık, bir tane de bana verdin. “Çoktandır böyle lezzetlisini yememiştim. Dışarıda satılanların içine ucuz peynir koyuyorlar” dedim. Bekar olduğumu anlarsın, işimi gücümü sorarsın umuduyla. Sen içinde şefkat mi hürmet mi olduğunu ayıramadığım bir gülümsemeyle bir tane daha uzatırken “afiyet olsun bey amca” dedin.
Ağzımda mis gibi börek, gözlerim ayakkabılarına takıldı. İşte bütün bunları bana onlar anlattı.
edebiyathaber.net (4 Ocak 2024)