Birleşleştirilmiş sınıflı okulu vardı köyün. İlk üç sınıf bir grup, 4. ve 5. sınıf da ikinci gruptu. Bir grupla sesli ders yaparken ikinci gruptakiler de o hengâmede sessizce verdiğim çalışmayı yapardı. Öteki derste de ikincilerle sesli ders yaparken ilk gruptakiler aralarında gülüşüp, kısık sesle konuşup çalışırlardı… Eğitim bu dönüşümle sürerdi. Yine bir günün derslerini bitirmiştik. Çocuklar evlerine gitmişti. Ben de ertesi günün ders materyallerini hazırlayıp sınıfı toparladıktan sonra okulu kapatmıştım.
Kaldığımız lojman okul bahçesi içinde olduğundan bize, eşimle oturmak için gelen birkaç genç kadını son teneffüste görmüştüm. Bu yüzden eve uğramayıp doğruca köyün kahvehanesine gittim. Kahvehanede bir iki ihtiyar dipteki bir masada domino oyunu oynuyordu. Burası daha çok akşam yemeğinden sonra, bayramlarda, düğünlerde ve taziyelerde dolup taşardı. Kahvehaneye bitişik olan köy bakkalını da Seydi Amca işletirdi. Ocaktan bakkala geçilen ikinci bir kapısı daha vardı. Dış kapıdan içeri girenler onu görmediklerinde kahvehaneye hep açık olan bu kapıdan seslenirlerdi ona. Ben de onu kahvehanede göremeyince ocak kapısından bakkala girdim. Birkaç afacandan yumurta almış onlara karşılığında istediklerini veriyordu. Karşılıklı selamlaştık. Bana, ‘dışarıdaki sandalyelerden birine otur, bunları savdıktan sonra iki çay alıp gelirim yanına,’ dedi. Dediğini yaptım. Köyün meydanıydı kahvehanenin önü. Solumda devasa taş cami duruyordu. Sağlı sollu bahçeli ve yüksek avlu duvarlı evleri birbirinden ayıran yol da köyün ötesindeki kerpiç ağılların arasında kayboluyordu. Sırtımı kahvehanenin duvarına vermiştim sandalyeyi azıcık geriye yaslayarak yola bakıyordum.
Hangi aradan çıktıklarını görmediğim yaşlı bir adamla on, on bir yaşlarında ama oldukça kısa saçlı bir erkek çocuğu gördüm. Çocuk, adamın sol elinden tutmuştu. Adamın sağ elinde de bastonu vardı. Sakallı ve şapkalıydı adam. Çocuk, ondan bir iki adım önden geliyordu. Bu beni daha da şaşırttı… İkisi bana yaklaşmaya başladığında afacanlar da fırladılar bakkaldan. Birkaç dakika sonra da Seydi Amca iki çay dolu bardakla geldi yanıma. Birini bana uzattı ve az ötesindeki sandalyeyi alıp yakınıma koyup oturdu. O ikisi yaklaştıklarında gördüm ki adamın gözleri yumuktu. O güne kadar hiç görmediğim bu adamı tanımıyordum. Çocuk, onu az ötemizde bıraktı. Kahvehaneden bir sandalye getirdi, Güneş’e doğru koydu ve ‘dede sandalye arkanda, otur ben dediğin saatte gelip alırım seni,’ dedi ve gitti. Seydi Amca ile göz göze geldik. Beni anlamış gibi usulca, ‘bizim âmâ Vehbi,’ dedi. Sonra dönüp ona, ‘Hoş geldin Vehbi çay getireyim mi?’ diye sordu. O da, ‘Olur tabii, ama zahmet olmazsa şekerini koyup karıştır öyle getir,’ dedi ve arkasından da, ‘yanındaki kim yabancı allem,’ dedi. Bizi duymuştu sanırım. Azıcık bir esinti olsaydı bizi duydu diye düşünecektim ama… Ki eylülün son günleri olmasına karşın hava sıcak mı sıcaktı, ne esinti ne de yağış vardı. Ben bile güçlükle işitebilmiştim Seyfi Amca’yı. Duymuş da olamazdı, çünkü duysaydı en azından ‘yanındaki kim,’ derdi. Demedi hiç.
Seydi Amca ona çay getirdikten sonra, muallim yanımdaki dedi. Bana döndü. Hoşbeşten sonra hakkımda öylesine güzel cümleler kurdu ki anlatamam… Herkesin hakkımda iyi konuştuğundan, çocukların bana olan sevgilerinden söz edip durdu. Arada Seydi Amca da benle ilgili benzer cümleler kurunca ne yalan diyeyim mahcubiyet duydum…
Kardeşinin torunlarından biriymiş o çocuk. Gelip elinden tutarak götürdü. Seydi Amca, ikisi epeyi uzaklaştıktan sonra, Vehbi’nin hikâyesini özetledi. O, onun hayatını özetlerken ben de bir yandan onu dinledim, bir yandan da hayatıma giren ‘âmâ’ları düşündüm… Çocukluğundan beri öyleymiş… O, çocukken annesi, babası bakmış ona. Onlar öldükten sonra da vefalı çıkan ağabeyleri, şimdilerde de yeğenleri bakıyormuş Vehbi’ye. İlk başlarda annesi, babası sağa sola çare bulmak için çok götürüp getirmişler onu. Mümkün değil demiş doktorlar. Umutları tükenince, evin içinde, önünde, eve yakın sokaklarda geçmiş ömrü. Okula gidememiş, evlenememiş. Hasta olduğunda doktora götürürlermiş ilçeye, onun dışında tüm ömrü köyde, evde geçmiş… Arada da kahvehaneye gelir biriyle, bir iki saat oturur, birileriyle sohbet eder veya onları dinler sonra da gidermiş geldiği kişiyle eve… İçim yanmıştı dinlediklerimden… Seyfi Amca anlatırken, eve dönme vaktim geldiğinde yolda, eve girdiğimde evde bile aklımın bir köşesi hayatıma girenlerle ilgiliydi…
Annem, babam işe gitmezden önce verdiği ev siparişlerini almaya gönderirdi beni. Yolda hayallerimin peşinden sürüklenip giderdim. Babamı ya kömür doldururken ya odun tartarken görürdüm ve işinin bitmesini beklerdim. Sonra annemin istediklerini söylerdim. O da alıp getirir bana teslim ederdi, yolda oyalanmamamı söylerdi. Ben giderek ağırlaşan yüküme aldırmadan eve aheste aheste dönerdim, çarşının kalabalığına dalarak…
Yolda en çok Kör Nebi denen meşhur hamal ilgimi çekerdi. Pala bıyıklı, iri cüsseli, yaz-kış ince bir kazak ve şalvarla elinde devasa kancasıyla ya bir eşya ya da birkaç kasa sebze taşırken görürdüm. Hangi gözü bilmiyorum ama biri yoktu. Tek gözlüydü. Neden kör dediklerini anlamazdım. İki yapışık kulağı olduğu hâlde Kulaksız Hakkı demelerini anlamadığım gibi. Kulaksız Hakkı, Yapışık Kulak’tı bana göre o da tek gözlü bir devdi. Yunan mitolojisinde alınlarının ortasında tek gözler olanlar gelirdi aklıma onu gördüğümde. Gök ve Toprağın çocukları olan Kikloplar ya da Tepegöz gibiydi.
Kütüphane kurdu olduğum günlerde elime geçen kitapların birinde görmüştüm. Dede Korkut’un hikâyelerinde de vardı Tepegöz. Kafdağı’nda yaşardı. Annesi alageyik kılığına girebilen bir periydi. Bu perinin bir çobanla ilişkisinden doğmuştu. Parmağında büyülü bir yüzük taşırdı. Dede Korkut hikâyesinden başka kitaplarda okuyunca bununla ilgili, daha da tuhaflaşmıştım.
Nebi’nin nerede yaşadığını, kim olduğunu bilmiyordum. Merak ediyordum. Öyle düşünüyordum ki… Onunla ilgili düşündüğüme de inanıyordum. Onu gördüğümde çaktırmadan bakardım, parmağında sihirli yüzüğü olmayan bir Tepegöz olduğunu görürdüm. Ama bir orak büyüklüğündeki demir kancaları ellerindeydi. Babamın karışı genişliğindeki siyah deri kemeri de şalvarını tutardı. Giysileri bana zırh gibi görünürdü. Zırhı olmasa bile derisine hiçbir şey işlemezdi sanki. Yalnızca gözünden vurularak öldürülebilirdi. Ben de hikâyedeki Basat olmak isterdim doğrusu. Çünkü onun hakkından bir tek o gelebilmişti. Bedeninin diğer kısımlarına silah işlemezdi.
İnsan eti yer miydi? İnsan kemiklerinden örülmüş bir kalede mi yaşardı? Buna benzeyen sorular kemirirdi içimi. Bir tas büyüklüğünde gözü yoktu, üstelik de kafasının ortasında değildi gözü ama yine de onunla göz göze gelmek istemezdim doğrusu. Nerede yaşardı, neyle beslenirdi diye düşünmekten uyuyamazdım çoğu gece. Karşıma çıkacak mıydı? Ben farkına bile varmadan ayaklarının altında kalır mıydım? Bu kâbus bitmek bilmezdi çarşıda onu her gördüğümde. En azından Kirgis adını taşıyan bir Tepegöz olmadığı için de sevinirdim bazen. Bu biraz da olsa teselli ederdi beni. Okuduklarım doğruysa Kirgisler çok tehlikeliydi çünkü. İstese arabaları kaldırır, bir taş gibi öteye fırlatırdı. Ya da bir evi yıkabilirdi. Onun ayaklarının altında kalmaktan korkardım. Ben çevik, hareketli cin gibi bir çocuktum ama cılızdım. İnceciktim. Yalan değilse birkaç kez öldüğüm sanılmış ve zıbınlarımı yırtmışlar üstümde. Annemin yalan söylediğine hiç tanık olmadım ama bu konuda onun yalancısıyım.
Nebi’yi gördüğüm zaman kaldırım değiştirirdim hemen. O da kendisinden korktuğumu anlamış gibi rahatlayayım diye belki de, bakıp bakıp gülümserdi sadece. Arada da tek gözüyle göz kırpardı bana. Çarşıya çıktığımda bilmediğim bir yerden Ceyhan’a gelmiş bir Tepegöz olarak hayal ettiğim Kör Nebi’yle karşılaşmamak için çok çabalardım. Dilek tutardım. Ama boşa çıkardı dileklerim. Onunla karşılaşırdım. Zaten bir gözüm hep radar gibi tarardı kalabalıkları ve kaldırımları. Onu görürdüm. Hemen kaldırım değiştirirdim. Daha sonraları gazete satmaya başladığımda onu bazen bir lokantada çorba içerken, bazen bir kahvede çay içip dinlenirken görecektim. Şaşıracaktım ve de sevinecektim de insan eti yemeyen biri olduğuna. Bir kere olsun benle konuşmadı. Benden gazete almadı. Arada bana gülümsemekten de geri durmadı ama. Ne ben cesaret ettim ne de o korkum artmasın diye yaklaştı bana, belki de kim bilir…
Onu birkaç kez rüyamda da gördüm. Çorba içtiğimiz lokantada veya çayını içtiği kahvede… O dinliyordu ben de ona gazeteleri tek tek baştan sona okuyordum. Sonunda dinlemek de okumak da karın doyurmuyor küçük okuyucu hadi bana izin yük taşımam gerek, deyip gözden kayboluyordu rüyalarımda.
Daha sonraları da onu düşündüğüm oldu. Mesela bir karısı, çocuğu ya da çocukları var mıydı diye… Babama sordum birkaç kez, o da bilmiyordu. Amcalarım da bilmiyordu.
Kör Nebi aklıma gelince ister istemez karşı komşumuz, arabacı Hüseyin amcanın karısı, Deli Hanifi’nin ve canım çocukluk arkadaşım Mıstili’nin (Mustafa) annesi Reşide teyze gelir. Bu kadıncağız, Deli Hanifi yetmezmiş gibi bir de evli, en büyük çocukları olan kızına ve torunlarına da bakardı. Damadında her yol vardı: Karısını dövmek, kumar oynamak, zorla ev işine, ırgatlığa göndermek ve onun kazandığı parayı alıp kahvehanede zaman öldürmek gibi. Ağzı da bozuktu. Kızlarının, torunlarının geçimi gariban Hüseyin amca ile karısı Reşide teyzenin üzerindeydi çaresiz.
Deli Hanifi neden delirmiş? Nasıl olmuş da delirmiş? Niye deli denilmiş ona bilmezdik. Bildiğimiz tek şey onun adı ve deliliğiydi. Zaman zaman saldırganlaşırdı. Zaman zaman içine kapanırdı. Kimi zaman kat kat giyinirdi. Kimi zaman çırılçıplak ortalıkta dolanırdı. Hüseyin amcayla Reşide teyze onu zor zapt edip eve götürürdü.
Daha ilkokula gidiyordum. Türlübaş Mahallesi’nde komşumuzdu onlar. ‘Deli Hanifi’nin uğrağı (krizi) tutmuş!’ nidasını duyduğumuzda sokağın tüm çocukları fellik fellik kaçardık. Bilirdik ki Hanifi’nin ceplerine doldurduğu taşları kimi görse ona atacak… İşte böyle zamanlarda o benim kafamı birkaç kez kırmıştı. Kafamdaki kırık izleri Hanifi’den kalmadır. Bazen direklere, okaliptüslere tırmanır, bazen de düşerdi. Öldü sanırdık ama o bir anda pöh deyip bizi korkuturdu. Haplarla sakinleştirmek ve zarar vermesini engellemek için Reşide teyze hep peşindeydi. Bazen kaçardı sokaktan ve akşama kadar gelmezdi. Per perişan bir kılıkla dönerdi sonra. Annesi çok üzülürdü o hâline.
Hüseyin amca at arabasıyla ekmek parası peşinde koşardı ve yorulup uzanırdı asmanın altına, durmadan sigara içerdi. Babam da onun ‘dudak tiryakisi’ olduğunu bunun gerçek tiryakilik gibi pek zararlı olmadığını ama kesesine zarar verdiğini söylerdi bazen evde annemle konuşurlarken. Ben de can kulağı ile dinlerdim onlara çaktırmadan ve kendi kendime, dudak tiryakisiyle gerçek tiryakilik arasındaki farkı bulmaya çalışırdım. İşin içinden çıkamazdım bir türlü tabii yine de cesaret edip ikisinin farkını demesini istemezdim babamdan. Bir maraza çıkarmasın diye.
Sonunda arabacılığı bırakmak zorunda kalmıştı yatalak hasta olması yüzünden. Küçük oğlu, arkadaşım Mıstili bir gün zatürre olunca üç beş kuruş kazanmak, ona doktorun yazdığı reçetedeki ilaçların hepsini olmasa da önemli birkaçını almak ve biraz da gıdalı yiyecek alabilmek için Ceyhan çarşısına girmeye çalışmış. Oraya girmek yasakmış; yakalanmış. Arabasını kırmış görevliler. Atını da almışlar elinden… Bunu babamdan öğrenmiştim. Belediyenin bu uygulamasına duyduğu tepkiyi de… Hatta onun yatalak olması da bundanmış babama göre. Geçim kaynağı arabacılık olana aman verilmemesi çok zalimce bir uygulamaydı benim için de.
Hanifi bizden büyük olmasına rağmen bizle de oyun oynardı. Şerrinden korunmak için mecbur kalırdık ona katlanmaya. Bir keresinde kardeşim (ki bir küçüğüm) onunla misket oyunu oynamış ve misketlerini kaybetmiş. O istemiş ama bizimki vermemiş. Hanifi çılgına dönmüş tabii. Kardeşimi kovalamış. Tam yakalayıp benzeteceği sırada babam alışverişten gelirken görmüş onları. Elindekileri bir kenara bırakıp güçlükle Hanifi’yi zapt etmeye çalışmış. Derken sol elinin başparmağının kabasını ısırmış ve hiç bırakmamış. Babam canını yakmak istemediği için yalnızca elini bırakmasını istemiş. O sırada Reşide teyze gelmiş ve demiş ki babama, komşu vur tüm gücünle vur yoksa koparır, yine de bırakmaz elini. Çaresiz olduğunu anlayan babam dediğini yapmış ve moraran elini kurtarmış güçlükle ondan. Ağzı burnu kan içinde kalan Hanifi’yi evine sürükleyerek götürmüş. Annesi iki gün eve hapsetmiş onu. Okuldan eve geldiğimde öğrenecek ve iki haftada eski hâline gelmeyen babamın yarasını da görecektim. Buna benzer hâlleri çoktu Hanifi’nin.
Onu en son gördüğüm günü hiç unutmam. Yine çıldırmış bir biçimde Hanifi, yakınımızdaki boş arsaya dolan ve neredeyse yarım metreyi bulan pis yağmur suyunun oluşturduğu gölün içine evden bir döşek getirip koymuştu. Bir de yastık… İnce de bir çarşaf…
Fevzi Çakmak İlkokulundan dönmüş, onu merakla seyreden her yaştan insanın arasına karışmıştım çoktan. Kimse onu engelleyemiyordu. Çırılçıplak soyunmuştu. Suya serdiği döşeğe uzanmıştı. Gülüşmeler, küfürler, sağına soluna korkutmak amaçlı taş atmalar birbirine karışmıştı yine de oralı olmamıştı. Zavallı Reşide teyze bir yandan yalvarmış bir yandan da daha sonraları Ova Çırçır Fabrikası’nın pamuk depolarının yapılacağı bu büyük arsadaki suyun içinde olan oğluna ilerlemişti… Derken Çarşı Karakolu’ndan polisler gelmişti… Polisler onu güç bela sudan çıkarmıştı. Tartaklayarak eve sürüklemişti. Aynı kalabalık artarak sokağımızda da toplanmıştı. Polisler onu evden çıkardıklarında giyinikti ve yarı baygındı. İki ciple gelen polisler Hanifi’yi birine bindirip kalabalığın meraklı ve şaşkın bakışları altında götürmüştü. Reşide teyze de ağlayarak, değiştirmediği ıslak elbisesiyle peşlerinden gitmişti. Hüseyin amca ortalıkta yoktu hiç.
Hanifi’nin İstanbul Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine gönderildiğini duyduk. Aradan ne kadar zaman geçti anımsamıyorum ama mahalleli de, sokak da onu unutmuşken; bir gün ilk kim, nerede, kime, nasıl söyledi, eminim ki mahallede de sokakta da kimse bilmiyordu bunu, ama öyle bir yayıldı ki ölüsünün getirildiği… Günlerce konuşuldu… Fısıltı denen görünmez ama bir o kadar da etkili dedikoducu her eve başka başka şey söylemişti bu konuda. Bizim evde bile günlerce konuşulduğuna göre, sokaktaki, mahalledeki hatta Ceyhan’daki tüm evlerde farklı farklı da olsa Hanifi’yle ilgili konuşulmuştu. Annemle babam arasında geçen konuşmalardan öğrendiklerim aklımı başımdan aldı desem hiç abartmış olmam. Çünkü inanılır gibi değildi duyduklarım ama ben gazete satmaya başladığımda en çok da Hürriyet gazetesinde Bakırköy’deki o hastaneyle ilgili gördüğüm, okuduğum fotoğraflı haberler hem söylentileri hem de Hanifi’nin başına geleni haklı çıkarmıştı…
Bir akıl hastanesinden çok, tecavüzün, gece gündüz birinin diğerini elleriyle ya da iple, yastıkla boğarak, mutfaktan aldığı bıçakla öldürmesinin, hemşirelerin, doktorların ve de hastabakıcıların oradakileri çırılçıplak tutmalarının, soğuksu altında tutmalarını, aç; aylarca, hatta yıllarca tecritte tutmalarının ve zincirlemelerinin sıradan olduğu kontrolsüz bir deliler hapishanesiydi sanki. İnanılması zor görünse de sonraları Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi hakkında içeriden ve dışarıdan yazılan kitapları, araştırmaları, raporları okuduğumda ve belgeselleri izlediğimde fısıltıyla da olsa sokağı, mahalleyi ayağa kaldıran söylentilerin hiç de yalan olmadığını eksik bile olduğunu öğrenecektim.
Hanifi’nin öldürülmesiyle ilgili duyduklarım üç söylentiden ibaretti: İlkine göre, birine tecavüz etmek isterken diğer deliler tarafından öldürüldüğü, ikicisine göre hastabakıcılardan birine saldırdığı için onların dayakları sonucu öldüğüydü; son söylentiye göre de aynı yatakhanedeki delinin bir gece çok horluyor diye Hanifi’yi uyurken yastıkla boğmasıydı… Bir ara, Reşide teyzenin acıyla dediğine bakılırsa sonuncusu doğruymuş. Çünkü Reşide teyzeye Hanifi’nin bazı geceler horladığını anneme olupbiteni derken de duymuştum…
Ve sonra her şey gibi Hanifi de unutuldu tabii ki.
Mıstili sessiz bir çocuktu. Benle aynı sınıftaydı ama başarısızdı. Arabacılık yapmaya başladı. Bir süre sonra da sarhoşların kavgasında gencecik yaşta bıçaklanarak öldürüldü. Üçüncü sınıfa geçtiğimde tüm bu acıları yaşayan Reşide teyzenin bir başka gerçeğini öğrendim: Reşide teyze meğerse körmüş hem de doğuştan. Onun kör olduğunu öğrendiğimde şaşkınlığım daha da artmıştı. Gerçi bize baktığında yan tarafa sabit biçimde bakması zaman zaman garibime giderdi. Bunu onun alışkanlığına bağlardım. Oysa bu alışkanlıktan değil görmemesindenmiş, nerden bilebilirdim ki.
Gaz ocağının üstünde görüyormuş gibi yemek yapardı. Mıstili ile evlerinde otururken, o bize Nogay Çayı demlerdi. Öyle derdi Reşide teyze. Yarım bardağa sıcak süt koyardı ve üstüne de çay doldururdu. Doldururken bir parmağını içine koyardı ama. Böylece taşırmaz ve dökmezdi.
Ona büyük hayranlık duydum, gerçeğini öğrenince. Bir de onun yokluk aşı dediği bir yemek vardı. Ne bizim evde ne de başka bir evde rastlamadığım ama bilincim ermeye başladığında öğrenecektim ki evdeki nimet dedikleri kurumuş ekmeği zayi etmemek için değerlendirmenin yaygın bir şekliymiş yokluk aşı. Kurumuş olan bayat ekmek bıçakla doğranır. Bir tencerede domates, biber, soğan, salça iyice kavrulduktan sonra ufalanan parçalar içine konur. Yeterli miktarda tuz ve su ilave edilip kısık ateşte üç beş dakika pişirilirmiş. Ben Reşide teyzelerde yedim birkaç kez. Tadı ev eriştesi gibiydi.
En küçük sesi bile duyardı. Hanifi’yle ömrünü tüketmişti… Reşide teyze gelirdi aklıma gözlerimi sımsıkı yumduğumda. İnanılmaz biriydi. Sabit mekânları adım hesabıyla ve çevredeki seslerden bulabiliyordu. Gideceği yerleri de, gittiği yerlerden evine dönebilmeyi de… Yürürken sendelemiyordu, düşmüyordu. Onu hiç tanımayan bir yabancı görse kör olduğuna inanmazdı hiç. Beyaz bastonu varmış ve bu geniş yaşam alanı ona uygunmuş gibi kendi başınaydı her yerde. Elinden tutan ya da ondan bir adım önden gidip elini omzuna koyduğu biri de yoktu yanında. Araçları da insanlar gibi seslerinden tanıyordu. Kamyonları, taksileri, motor kuzuları çıkardıkları seslerden ayırt ediyordu. Bununla da kalmıyordu. Bir taşıtın kendisinden ne kadar uzakta olabileceğini kestirebiliyordu ve bu sayede yolun bir başından öteki başına rahatlıkla geçebiliyordu. Yalnızca arabaları değil at arabalarını, faytonları da çıkardıkları seslerden ayırabiliyordu. Anneme göre, onca insanın ve sesin içinde bile tanıdıklarını seçebilirmiş. Empati kurmaya çalışmıştım. Onun gözleri görüyormuş gibi sokakta, mahallede, çarşıda, pazarda dolaşması ilginç ve müthişti çünkü. Çocukluktan beri görmemekle uğraşmış ve kendine ait bir dünya yaratmıştı. Ve hâlen nasıl başardığı benim için büyük bir gizem olan Reşide teyze tüm çabasıyla, sabırla engelinin üstünden gelebilmişti.
Hayattan kopmamıştı. Büyümekle birlikte durumunu kabullenmiş ve bu hâlde bir birey olmaya özen göstermişti. Okula gitmemişti. Ama hayatı da dolu dolu yaşamıştı. Anneme göre, Hüseyin amcayı o ayartmıştı. Gözleri gördüğü hâlde herkese karşı çıkarak Reşide teyzenin elini tutmuştu Hüseyin amca da. Onunla evlenmiş ve üç talihsiz çocuk da vermişti. İlk başlarda onun gibi kör olacaklarından korkmuş Reşide teyze. Ama korktuğu başına gelmemiş. Gözleri gören çocuklarının onu sevindirdiği gibi, büyük oğlunun ele avuca sığmamasının kalıcı bir deliliğin belirtisi olduğunu öğrendiğinde dünya başına yıkılmış. Yine de kocasının ve komşularının yardımlarıyla onu kendine yetebilecek hâle getirmeye çalışmış. Ne yapmışsa da Hanifi’yi deliliğinden kurtaramamış. Yalnız birazcık da olsa haplarla kontrol altına almayı başarabilmiş. Haplar da bir yere kadar etkili olmuş tabii.
Çocuklarını başkalarının yardımıyla doğurmuş ve de büyütmüştü. Kendisiyle oldukça barışıktı. Bir mutlu kadındı o. Tek derdi Hanifi’siydi ama kimsenin yapabileceği bir şey yoktu. Bir halı dokuyucusu gibi içine doğduğu çevreyi, durgun suya atılan taşın genişleyen dalgaları gibi büyüyerek, tanıyarak öğrenmiş ve iki göze ihtiyaç duymadan her köşesine yalnız gidebilecek kadar yetkinleşmiş. Bu kolay olmamış ama o azmiyle başarmış bunu.
Reşide teyze rüyasını anlatacak olduğu zaman biz gülerdik. O bize aldırmazdı, iyi ya da kötü rüyasını üç beş cümleyle anlatırdı. Ardından da hayra yormamızı isterdi.
Gözleri griydi. Gören sağlıklı her çift göz gibiydi. İncecik, iki büklüm bir kadıncağızdı. Evinin içini, sokağımızı, avucu gibi bildiği çarşıyı, pazarı bir yarasa gibi seslerden yararlanarak gezerdi. O zamanlar Ceyhan’ın ana caddeleri, sokakları dışındaki sokaklar ve ara yollar taş döşeliydi. Faytonlar, at arabaları ya da motorlu taşıtlar geçtiğinde çıkardığı seslerden ne kadar uzakta olduklarını, ne kadar hızla geldiklerini bilirdi ve onun için görüyormuş gibi her yere kolayca kazasız belasız gidip gelirdi.
Nasıl ki yarasalar çıkardıkları seslerin yankılarıyla anlık yön ve yol tayin edebiliyorlarsa Reşide teyze de benzer bir biçimde çevresindeki seslerinden yararlanıyordu dediğine göre. Yarasaların bildiğimizin aksine hiç de kör olmadıklarını bildiğim hâlde. Onun nasıl gördüğünü anlamak için evde bazen sofrada gözlerimi yumardım ve yemek kaşığını ağzıma götürürdüm. Bu ilk başlarda bana müthiş bir şey gibi gelirdi. Daha sonraları gözlerimi kapayarak oynattığım parmağımın hangisi olduğunu bilirdim. Ama ne zaman gözlerimi sıkıca kapatıp bir kardeşimden bir kolunu ses çıkarmadan hareket ettirmesini istediysem hiç bilemedim hangi kolunu ya da parmağını oynattığını.
Evde bizden başka, yani yabancı biri yokken gözlerimi ablama veya kardeşlerimden hangisi evdeyse ona bağlatırdım. Zifiri karanlıkta kalırdım. Ses çıkarmasını isterdim onlardan yön değiştirerek. Onların bulunduğu yönü bilirdim. Ama evin önünde, sokakta ya da boş bir arazide arkadaşlarımla yaptığım bu tür denemelerde birkaç adımdan sonra ya birine, ya da bir yere çarpardım. Bazen de gözlerimi yumardım sadece. O zaman bir ışık içinde olduğumu anlardım. Yine de bir yerlere çarpmadan veya düşmeden yürüyemezdim. Sonra parmaklarımla bastırırdım gözlerimi iyice. Karanlık koyulaşırdı. Bu hâlde hiçbir yere kımıldayamazdım. Böyle zamanlarda aklıma gelirdi Reşide teyze. Gündüz ve gece gözleri varmış gibi bildik bir çevrede de olsa kazasız belasız rahatça dolaşmasına şaşardım. Anlamaya çalışırdım ve büyük hayranlık duyardım. Gören her insan gibiydi.
Bizi de seslerimizden tanırdı. Kimiz, kimin oğlu ya da kızıyız. Meyveleri, çiçekleri dokunmadan da tanırdı. Sorduğumuzda bende köpek burnu var da ondan biliyorum çiçekleri, meyveleri, sebzeleri. Aslında sizin bile ayrı ayrı kokunuz var derdi. Gözlerimi kapadığımda kaşığı ağzıma götürmem ve bana ait uzuvları bilebilmem kadar doğaldı onun gören her insanın yapabildiği şeyleri yapabilmesi.
Reşide teyze oğlu için ömrünü tüketmişti ama benim işim körlerle bitmemişti. Çünkü hayatımda bir üçüncüsü vardı…
İlkokul ikinci sınıfı bitirmiştim. Kıştı. Oruca birkaç gün vardı. Bizim eve bir adam geldi. Daha doğrusu onu eve babam getirdi. Kat kat giyinmişti. Bastonu vardı. İçinde elbiselerinin olduğu tahta bavulu… Sakallıydı. Uzun boyluydu. Bağırarak konuşuyordu. Oruç süresince bizde kalacağını, büyük dayımın kayınbabası olduğunu, kör olduğu için gözkapaklarının açılmadığını, aslında zengin olduğunu ama dilenmeyi meslek edindiğini, Antep’te babasından kalan mülke bu yolla da epeyi servet kattığını, teravih namazı öncesi onu Ulucami’ye götürmem gerektiğini annemden öğrendim. Delirecek gibi oldum. Kardeşlerimle, ablamla kaldığımız odamız ona verilmişti. Rahat etsin diye babam da annem de elinden geleni yapıyordu. Biz annemlerin odasında ablam da salonda kanepede uyuyacaktı o gidene kadar.
Düzenimiz bozulmuştu bana göre. Annem bir yandan babam öte yandan benden başka kimsenin olmadığını bir ay dişimi sıkmam gerektiğini söylüyordu. Sonunda babam annem beni ikna etti. Bir kere cami mahallemizden çok uzaktı. Bu yüzden teravih namazı için kimse oraya gitmezdi yakındaki cami dururken. Beni tanıyan birileri olmayacağı için de rahat olmam gerekiyordu onlara göre.
Karanlık bastığında evden çıkardık. O sağ elimi sımsıkı tutardı. Diğer elinde de bastonu olurdu. Yolda bana vereceği harçlıktan, ne kadar hayırlı bir iş yaptığımdan söz edip dururdu. Boynuna çaprazlama astığı bez torbaya evden aldığı minderi koyardı. Onu etrafıma bakmadan daha çok da karanlık ve ıssız sokaklardan götürürdüm camiye. Bir tentenin altına oturmasına yardım ederdim. Kendim de hızla oradan uzaklaşırdım. O bana, beni duyacağın bir uzaklıkta ol, derdi. Ben söz verirdim ama yine de uzaklaşırdım. Hocanın sesini duyardım meydanda. Sokak lambalarının altında kendimce eğlenirdim. Oynardım. Soranlar olurdu ne arıyorum bu saatte diye. Dedemin camide namaz kıldığını söylerdim. Bazıları gülümseyip giderdi bazıları peki sen niçin dedenle girmedin camiye derdi. Dedem istemiyor sıkılırım diye gibi bir karşılık verirdim. Sen gir sıkılınca da çıkarsın günah olmaz sana derlerdi. Onlara bakar ve camiye doğru yönelirdim. Namaz bitince insanlar çıkmaya başlardı. Ben hemen caminin basamaklarına koşardım. Onu uzaktan izlerdim. Dilenciye bir sadaka, derdi avucunu açarak. Onun bulunduğu yerde oturan başka dilenciler de görürdüm. Merdivenin basamaklarında dilenenler de olurdu. Ben insanların yüzlerine bakamazdım. Sonra orada kimse kalmayınca yanına giderdim. Ondan başka dilenci kalmazdı. Elinden tutup kaldırırdım. Minderi boynundaki torbaya koyardım. O elimden tutardı. Çarşı caddesinden doğruca eve gelirdik. O, önce tuvalete giderdi babamın yardımıyla. Sonra da yemek yerdi. Biraz da konuşurdu. Oradan buradan… Benim ne iyi çocuk olduğumdan da söz etmeyi ihmal etmezdi. Ardından uyumak için odaya gitmek isterdi. Babam onu odaya götürürdü. Yatağa girmesine yardımn ederdi. Bir ay böyle geçti ama dediğim gibi kolay geçmedi. Utancımdan, biri beni tanıyacak diye aklım çıktı.
Bayram namazına da gidecekti aynı camiye. Sabahın köründe kalkmıştı. Babam, annem yalvarmıştı ama sözleri kâr etmemişti. Sonunda babam gidip Arabacı Hüseyin amcayı ikna etmişti. Ona para da vermişti. Hüseyin amca onu at arabasıyla camiye götürmüştü. O bayram namazından çıkıp bayramlaşan cemaatten de sadaka istemişti. Benim yaptığımı yapan Hüseyin amca onu eve getirdiğinde bir ara benim de duyacağım şekilde yakınıp durmuştu ondan; babama ve hak vermişti bana. Bayramın birinci gününde babam onu yolçatına götürdü Hüseyin amca ile. Sonra da oğlunun işyerine telefon etti postaneden, otobüse bindirdiğini bildirmek için.
Bir oruç zamanı daha geldi bize o kör adam. Yine odamızda kaldı. Yine her akşam teravih namazı zamanında Ulucami’ye götürüp getirdim onu. Utanarak, sıkılarak ve de kızarak anneme, babama. Bazen onun duyacağı kadar yüksek sesle… Yine de değişen bir şey olmadı. Ve ikinci senesinde bana sadakalardan verdi. Yol boyunca verdiği kuruşları tek tek attım. Kulakları o kadar hassastı ki… O gürültüde bile attığım paraların sesini duymuş, yaptığıma gülmüştü. Sadaka parasını yemek istememiştim. Bayram namazı için camiye gelenlerden son kez dilenmeye gidecekti ancak bu kez Hüseyin amca hatırlamadığım nedenden dolayı onu götüremeyecekti. Babam da Mıstili’ye para vermişti. Mıstili için gerçekten iyi paraydı babamın verdiği miktar. Onu, Mıstili götürmüştü. Daha sonra o parayı arkadaşım benle harcamıştı günlerce.
O kör adam gitti ve bir daha da bize gelmedi. Annem ve babam cenazesine de gitti Antep’e. Sanırım o zaman bir ben sevindim onun ölümüne, çocukça. Bu aklıma geldiğinde pişmanlık duyar ve onun hatırasından özür dilerim. Şimdi düşünüyorum da aklıma gelseydi, ona kızgınlıkla bakmasaydım. Farklı bir anım olabilirdi onunla ilgili. En azından merak edip onca varlığına rağmen neden dilendiğini sorardım. Şimdi en çok merak ettiğim şeylerden biri bu. Ama artık merakımın bir anlamı yok.
Hayatımdaki diğer körler gibi olmasa da doğuştan olan görme kaybını farklı amaç için kullanan o adama karşı ne hissettiğimi pek bilmiyorum. Yalnız onu götürmek istemeyişimi, zaman zaman evde olmasından dolayı duyduğum rahatsızlığı bazen direkt bazen dolaylı yoldan gösterdiğim tepkiyi bildiği için camiden dönerken derdi ki, sen sen ol hiç gıllıgış olma oğlum. Gıllıgışlık iyi değil. Atan gibi ferasetli ol. Diğerkâm ol. O zaman yaşadığın sürece çok sevilirsin. Sonra insanları olduğu gibi gör. Onu dinlemez görünürdüm. Bir an önce elimi güçlü parmaklarından kurtarmak ve onu bir daha görmek istemezdim o zaman.
Ama gıllıgış, diğerkâmlık, feraset sözcükleri içten içe merakımı uyandırırdı. Yine de anlamlarını ona sormazdım. Değil onunla konuşmak mümkün olsaydı evden gidene kadar konuşmasaydı daha çok hoşuma gidecekti. Dediği sözlerin diğerlerini anlamam, bilmem bana yetmemişti. O üç sözcüğün anlamını bilmeden dediğinin tamamını anlamam olanaksızdı. Bu sözcükleri aklımda tutmuş ve önce anneme sormuştum. Sonra da babama… İkisi de gülmüşlerdi. Gülmek anlamında değillerdi ki niçin böyle yapıyorlar ya demiştim içimden. Okulda öğretmenimize sormuştum sözcüklerin anlamlarını. Öğretmen, şimdi onların anlamlarını sana söylemem kolaycılık olacak. Bu yüzden okulun, sınıfın kitaplığındaki sözlüklerden öğrenmen daha doğru bence demişti. Başka da bir şey dememişti.
Kütüphanedeki, sınıftaki sözlüklerde bulamadım o sözcüklerin anlamını. Sonunda kütüphane müdavimi olduğum o zamanlarda ilk yaptığım işlerden biri de bu olmuştu. Görevliden eski sözcükleri açıklayan sözlük istemiştim. O da büyüklerin bölümünden bana güçlükle kaldırabileceğim bir sözlük getirmişti. Masaya da bırakmıştı. Nasıl kullanacağımı bilip bilmediğimi sormuştu fısıltıyla. Bildiğimi söylemiştim. Önce gıllıgış sözcüğünü bulmuştum. Kin, gizli ve kötü amaçtı anlamı. Durup cümlesini hatırlamıştım. Ona göre kinli, gizli ve kötü amaçlı biriymişim. Onun duyacağı kadar hakkında konuşmam onu üzmüştü demek ki. Ferasetliye sıra gelmişti. Akıl ve duyu organlarıyla bilinemeyen, ancak sezgi gücüyle ulaşılabilen bilgi, ilham, keşif, kalp gözüyle görme idi anlamı. Kendisine kalp gözüyle bakmamı istemiş benden ama ben esirgemiştim bunu ondan. Diğerkâmlık da kendisinden önce başkasını düşünmek…
Gıllıgış olmadığımı, ferasetli ve diğerkâm olduğumu bilmeyen o kör de varlığıyla bana bunları öğretmişti o zaman. İşte bu aklıma gelince o yaşlı körden hayata dair başka şeyler öğrenebilirdim derim içimden ve kahrederim kaçırdığım o fırsata. Hele hele evimize her geleni, biliyorsa masal anlatsın diye sevgi seliyle kuşattığım aklıma geldikçe daha büyük bir iç sızısı yaşarım. Çocukluğumun masalcı yanını iki kere bize gelen o yaşlıdan masal dinlemekten mahrum ettiğim için. Çünkü anneme sormuştum, masal bilir miydi diye; o da çok iyi masalcıydı demişti. Yıkılmıştım o an içimden ama pişmanlığımı anlamasın diye annem kendimi zor atmıştım dışarı…
Aklıma her geldiklerinde bana kattıkları için içimden yıldızlar kadar teşekkür ederim üçüne ama kendisine dilenmek için geçici göz olduğum kişiye yaptıklarım aklıma geldikçe de ağlarım içime…
edebiyathaber.net (9 Ocak 2024)