Patrick Süskind’in 1991’de yayımlanan “Herr Sommer’in Öyküsü” adlı novellasını, Can Yayınlarındaki 8. baskısından, Tevfik Turan çevirisiyle okudum. Yazarın başyapıtı sayılan ilk romanı Koku (1979), 1980’de yazdığı ilk oyunu Kontrbas ve 1988’de yayımlanan novellası Güvercin eserlerinde tıpkı “Herr Sommer’in Öyküsü”nde de karşılaşılan toplumdan uzak ve kendi yalıtılmış dünyasında yaşayan karakterler var. Bu kitaptaki anlatıcı, böyle bir karakter olan Herr Sommer’i çocukluk anılarından yola çıkarak anlatıyor. Aynı kasabada yaşayan komşuları Sommer ile herhangi bir diyalogları yok. Buna karşın, öykü boyunca her ikisinin hayatlarını iç içe geçmiş olarak ve çarpıcı, sürükleyici bir anlatımla okuyoruz.
Süskind’in eseri bir çocuğun uçma hayaliyle başlıyor. Çocukken pek çoğumuzun rüzgâra karşı kollarını iki yana açarak uçmayı deneyip bu hayali gerçekleştirmeye çalıştığını zannediyorum. Bu sebeple kurgu en başından okuru içine alıyor. Ağaç tepelerinde zaman geçirmeyi de seven çocuğun hikayesi hep yollarda olan, çevreyi dolaşan Herr Sommer’in hikayesine karışıyor.
Herr Sommer, evinden güneş doğmadan çıkan, gece ilerleyince dönen, yani günün yarısından çoğunu yürüyerek geçirdiği halde aştığı uzun yollar olağanüstü bir şey değilmiş gibi yapan, elinde sırığı ve sırtında çantasıyla her türlü hava şartlarında kesintisiz yürümeye devam eden, hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmediği halde bütün ilde en çok tanınan kişi. Bulundukları kasabanın atmosferini, dünyaca ünlü Fransız çizer Jean Jacques Sempe hayal gücümüze ket vurmadan, aksine zenginlik katacak şekilde resimlemiş. Bütün öyküyü çizimleriyle daha vurucu hale getirmiş.
Anlatıcının düşlerini beslediği kadar, “bütün düşler gibi insanın gönlünü gerçekten doyurmuyordu” diye aslında ona olan sevgisinden de yakındığı sınıf arkadaşı Carolina Kückelmann… Ardından hayal kırıklıklarıyla devam eden, boy, kilo ve ayakkabı numarasının değişmesiyle okurla paylaşılan büyüme serüveni. İşte tam da o noktada adaletsiz yaklaşımını sorguladığı piyano öğretmeni Matmazel Marie-Luise Funkel devreye giriyor. Bir de “Tanrım, bir mucize göster! Bir şey söyle! Bir şey yap” diye yakardığında susan ve yardım etmeyen sevgili Tanrı… (s.62)
Kendi anlatımıyla, ‘bütün dünyanın başlı başına adaletsiz, kötü, adi bir kalleşlikten başka bir şey olmadığını ve bu kalleşliğin nedeninin de ötekiler, yani bütün herkes’ olduğunu kavramasıyla ana kahraman altüst oluyor. Dünyayı anlama çabası hüsranla sonuçlanınca da ölüm düşüncesi aklına giriyor. Cehennem olarak gördüğü ‘başkalarının’ katılacağı kendi cenaze törenini tasarlayacak kadar cesur davranıyor. Görkemli bir tören!
“Maalesef ikisi birden olamıyordu çünkü. Hem dünyadan öç almak hem dünyada kalıp yaşamayı sürdürmek.” Öç almayı seçecekti. Yaşlı bir ladin ağacından atlayarak… Herr Sommer’la, yani yaşamı boyunca ölümden kaçan adamla tesadüfen karşılaşması fikrini değiştirdiği gibi düşünceleri kendisine gülünç gelmeye başlıyor. Diğer taraftan, ilk gençlik yıllarıyla birlikte artan beceriler, beraberinde hayattan alacak listesinin kabarmasıyla çatışmalar ve sorgulamaları da getiriyor.
“Sürekli bir şeyler yapmak ‘zorundaydı’ insan, yapmalı mıydı, yapmamalı mıydı, keşke yapsaydı ya… Kendisinden hep bir şeyler bekleniyor, isteniyor, alınıyordu: Onu yap! Bunu yap! Ama şunu unutma! Ötekini hallettin mi? Neredeydin şimdiye kadar?.. Hep baskı, hep üsteleme, hep zaman darlığı, hep gözünün önüne tuttukları saat…”
O zamanlar insanı rahat bırakmadıkları ortada. Bugün de bu sıkışmışlık hissine yabancı değiliz. Yani yazarınki bu noktada zamansız bir yaklaşım denilebilir. Aynı şekilde, öyküde olaylar gelişirken anlatıcının aile ilişkilerine de tanık oluyoruz. Anne ve baba, abla, ağabey, her birinin yaşanan durumlar karşısındaki davranışları karakterlerle ilgili özgün ipuçları veriyor. Eserdeki bu bakış açısı, aile yapıları ne kadar değişirse değişsin bazı temel rollerin sarsılmayacağını düşündürüyor.
Bir solukta okunacak olsa da upuzun soluklarla üzerinde düşünülecek bir kitap. Bittiğinde sorgulamaya devam edilecek türden. Örneğin, “Varlığı fark edilmeyen birinin, yokluğu da fark edilmiyor” önermesi oldukça dikkat çekici. (s.87) Öte yandan bir soru beliriyor; yok olmak pahasına bir seçim yapsa bile başkalarının bu yöndeki isteklerine saygı duymak ve tanık olunan olaylara müdahale etmemek insanı suçluluk ya da vicdan azabından korur mu?
Fransa’da bir göl kıyısında, toplumdan uzak bir şekilde yaşamayı seçen, verilen edebiyat ödüllerini reddeden, röportaj vermekten ve fotoğraf çektirmekten kaçınan Süskind, öyküdeki Herr Sommer karakterini yaratırken mutlaka içsel yolculuğundan ilham almıştır. Dünyaya bir çocuğun gözünden bakmak hiç kolay değil. Çocukluk anılarını böylesine canlılıkla aktarmak… Kendini tanıma mücadelesi, büyürken karşılaşılan engellere gösterilen, aslında bütün insanlığa yönelen acımasız tepkiler… Aynı anda eğlendirmeyi ve hüznü tattırmayı başaran bu uzun öykünün, yeni baskılar yapmaya, okunmaya, incelenmeye uzun yıllar devam edeceğinden eminim.
edebiyathaber.net (16 Ocak 2024)