Çünkü anlık ortaya çıkardı. Okulun bahçe kapısı büyük bir gürültüyle çarpılınca anlardım onun geldiğini. Efsane öğrencilerimi bir de sol elle yazanları unutmazdım asla. Onca yılın meslek tecrübesiydi belki. Yusuf’u da unutmamıştım. Efsaneydi, o da.
Pencerede onu gören öğrencilerim bahçeye koşturdu. Onların arkalarından gittim. Yanılmamıştım Yusuf’tu gelen. Herhangi bir köylü gibi değildi. Bir ihtişam yansıyordu suretinde. Özellikle mi böyle çarpıcı olmak istemişti. Bunu birazdan anlayacaktım.
“Oo kimler gelmiş bakalım? At yarışlarından mı geliyorsun aslanım. Ne bu hâl?” diye sordum fındık rengi, gümrah atına bakarak. Önümde eğilip elimi öptü hemen. Bu heybetli adamın üzerinde dizlerine kadar uzun çizmeleri, binici eldivenleri vardı. Başında da kahverengi fötr şapkası. Öğrencilere sarıldı. Onlar da Yusuf’a şirinlikler yapıp karşılığında atıyla oynamak istedi. Yusuf, öğrencilerin ata dokunmalarını istemedi. Atını mahmuzladı çekine sıkıla. Onları sık sık uyardı. “Öyle yapma. Dur ürküteceksin. Alageyik’in öbür tarafına geç.” Yusuf’un sırtını sıvazlayarak “Oğlum, köy yerinde her an at görmek mümkün. Ayrıca hepsinin ahırları at dolu. Güvenebilirisin çocuklara,” dedim gözlerimi belerterek. Biliyordu bunu. Kaygılanıyordu yine de. Bu at başkaymış. Köydekiler gibi yabani değil. Evcilmiş. Alageyik ürkerse strese girermiş. Haftaya yarışlara katılacakmış. Enerjisinin düşmemesi gerekiyormuş atının. Alageyik’ini böyle anlattı bize.
Belleğim sislere gömülerek Yusuf’u iğde yapraklarıyla sarmaşıkların çevrelediği okulun boş odasına götürdüm. Yürürken ikide bir başını çevirdi bahçeye doğru. Atını kontrol etti. Alageyik’in kuyruğunu sakin sakin sallamasını yerini yadırgamadığına yormuş olacak ki içeride daha rahattı. Ardiye olarak da kullandığım rutubetli, badanası sökülmüş odanın kalın perdelerini açtım. Işık duvara tel tel yansıdı. Yusuf, her gelişinde oturduğu yaslanma yeri pörsümüş sandalyeye geçti pencereye yönünü çevirerek. Alageyik gibi o da yadırgamadı yerini. Siyah eldivenleriyle sandalyenin tozunu silkeledi.
Ağır misafirime çay ikram etmek istedim. Tüpün üstündeki işli bakır çaydanlığa çay suyu koydum. Ortalıkta çakmak yoktu. Baktım; çekmeceye, tüpün yanına, tezgâha. Sonunda buldum. Üzerinde su lekeli bardakların arasından çıktı. “İşte böyle Yusuf,” dedim bardakları tezgâha koyarken. “Bu odayı uzun zamandır kullanmadım. Ziyarete gelen de olmadı bu ara. Badana-tadilat yapılsa iyi olacak. Tüp de bitmiş.” Bir taraftan konuşmaya devam ederken bir taraftan da dibinde gaz kalmıştır diye tüpü salladım sağa sola. Suyu kaynatmaya başladım. Ben konuşurken o da başını sallıyordu. Halbuki bana yardım etmesini istiyordum. Hâlâ eldivenlerini çıkarmamıştı. Önceki gelişinde birkaç iş yaptırmıştım. Sınıfa sıra taşıtmıştım belki de ondan. Yine iş yaptırırım tedirginliğiyle izliyordu beni handiyse. Odayı teslim alan kunt bir sessizliğe bırakıyordu suskunluğu. Sıkıldı. Bir ara konuşmak için yeltenerek boğazını temizledi. Vazgeçti. Fötr şapkasını çıkarıp ayak ayak üstüne attı. Hocasının karşısında olduğunu düşünmüş olacak ki toparlandı hemen.
Önceden iki eldivenini de çıkarıp sehpaya bırakırdı. Bu kez her zaman yaptığını yapmadı. Siyah eldiveninin tekini çıkardı. İyice anladım. Yusuf’u iş korkusu sarmıştı. Başka yerden girdim rahat olması için. Odanın duvarları kötü olsa da ortamın bir mabet huzuru içinde olduğunu söyledim. Diğer eldivenini de rahatça çıkarmasını bekledim. Fakat karşımda varoş ruhu takınan o köy çocuğu yoktu. Sanki İngiliz Kraliyet eşrafından bir kodoman tavrıyla süzüyordu etrafı. Çay bardağını sol eliyle tutmasını da garipsedim. Sol eliyle yazan öğrencilerimi taradım hafızamda. Beynimin listelerine Yusuf düşmedi. Solak değildi. Bundan emindim.
Yüzümdeki şaşkınlığı gülümsemeye çevirince açılmaya başladı Yusuf. Onu okula hangi rüzgârın attığını söylemedi. Ama hayıflanan ses tonuyla, “Hocam be bu köyde okuyan çıkmaz. Boşa yoruyorsun kendini,” dedi tekinsiz. Az evvel suspus olan çocuk şimdi üzerime saldıracak bir şahinin çehresini taşıyordu. Duvarda asılı kaldı cümleleri. Ayağa kalkıp pencereye doğru yürüdü. Dışarıyı seyretti. Atı hâlâ huzurluydu. Yusuf’un sesi dinginleşmeye başladı.
“Köyde çocuk demek, tarlada ırgat demektir. Ben de okuyamadım; ama keyfim beyde yok hocam.” diyerek kum fırtınasına tutmaya devam ediyordu beni. “Haklısın” diyebildim, siyah eldivenli eline bakarak.
Yusuf kendince haklıydı; ama büyük bir yanılgı içindeydi. Bunu kendisine inandırmanın yollarını aradım zihnimde. Hâlâ “Hocam” diye hitap ediyordu bana. O zaman her vicdanlı öğretmen gibi sorumluluklarımın farkında olmasını sağlamalıydım.
Evren bize ait değildi. Bizdik evren. Ve cismimiz kadar değil, gördüğümüz şeyler kadar büyük olabilirdik ancak. Çocukların okumasını istemeyenlere önemsiz olan sesimin; binlerce sesin, kendini ifade etmek isteyen binlerce yaşamın yararlı düşlere, umutlara ulaşmasını istiyordum. Her yıl yaşadığım bu hengâmeden niçin pes etmediğimi bilmesi gerekiyordu. Yusuf’un yanına gittim. Pencerenden dışarıyı seyrederken bir hikâye anlattım ona. Deniz yıldızlarının sahile vuran dalgalarla yaşam mücadelesini. “Evlat” dedim boğazımı temizleyerek.
Dervişin biri sahile vuran deniz yıldızlarını okyanusa geri atarmış. Adamın biri garipsemiş onun hareketlerini. Ona niçin böyle yaptığını sormuş. Derviş, “Yaşamaları için” diyerek elindeki son deniz yıldızını da atmış okyanusa. “Bak onun için çok şey değişti,” demiş.
Benim de bu köyde herkesin hayatını değiştiremeye gücüm yok. Ama en azından bir kişinin -tek bir kişinin- bile burada ben var olduğum süre hayatına dokunabileceğim. Hem de bilgimin zekatı için burada olmaktan gurur duyuyorum. Yusuf, yerine geçti sessizce.
“Demek bir ikisini kurtarmak için bunca emek. Sizinle hep gurur duydum hocam.”
dedi ucunu küt bir kalem gibi incelttiği sesiyle.
Sıra taşımak, badana yapmak gibi işleri sevmediği belliydi -elindeki bardağı bile tezgâha ben koydum- merak ettim ne iş yaptığını. Askerden sonra görmeyeli çok olmuştu. Meğer sözleşmeli er olarak orduda kalmış. Ağır gelmiş dağların yükü de. Söz konusu vatan olunca akan sular durmuş. Ama ekmek su bu kadarmış. Güvercin teleğinde barınamamış yavrusu gibiydi sesi yetim. Şehirde jokeylik yapmaya başlamış. Onun atlara olan ilgisini anımsıyordum. Kalktı tekrar pencerenin önüne gitti. Gözleri atındaydı. Pürdikkat. At biniciliğiyle ilgili profesyonel eğitimler almıştı. At yarışlarında çok para varmış. Ama bunlar için tecrübe gerekiyormuş. Bunu da zamanla kazanacakmış. Hayallerinden arınmış sade bir hayat yaşamak istiyordu. Öğrencilerin etrafını sarmaladığı Alageyik’e bakarak anlatmaya devam etti. “İnsanlara uzak, atlarla dostum, hocam. Dostların en güzeli en coşku vericisi, sefihidir onlar. Üstelik en kârlısıdır. Atların dilinden anlarım beraber yarışlara hazırlanırız. Onların da insanlar gibi duyguları var. Sırası gelince yenileceğini bilir, kaybedeceğini göze alır. Alageyik de benim gibi her şeyden uzak yaşamayı yeğler,” dedi, selis bir dille. Son olarak tavladakilerin atları nasıl sınayacaklarını öğrendiğini söyleyince at yarışlarının kumar oynamayla farkı olmadığını anlatmak istedim. Vazgeçtim. Onda at sevdası vardı. Anlatmaya devam ediyordu, iştahı kabararak. Atıyla bahis oyunları oynarken kendini nasıl tutamadığını söyledi. Hep ışığın peşinden gittiğini zannedip hayatın hakikatini unutan jokey beyin sözünü kestim. “Ders başladı. Öğrencileri sınıfa alayım,”diyerek sırı dökülmüş yaldızlı zili salladım. Derse katılmak istedi. Arka sıralara oturdu.
Ders: Hayat Bilgisi. Yazdım tahtaya. Yusuf’un gözlerinin içine bakarak anlatmaya başladım.
-Çocuklar, iyi ve kötü her şey sona erdiğinde arkasında boşluk bırakır. O şey kötüyse boşluğu kendiliğinden kapanır ama iyiyse boşluğu doldurmak için ondan daha esaslı şey bulmak gerekir.
Öğrenciler söylediğimi anlamıyormuş gibi bakıyordu yüzüme. Ama karşımda duran jokey bey hocasının ne demek istediğini gayet iyi alıyordu. Kendini nereye koyacağını bilmediği bir zamanın içine giriyormuş gibi diğer eldivenini sıranın üzerine çıkardı ansızın. Bunu bilerek mi yaptı, dalgınlığına mı geldi anlayamadan protez eline takıldı gözüm. Nasıl yani? Ruhunda isyan bayrağı dalganan bu çocuk, aslında ben yarım jokeyim mi? diyordu.
Öğrencileri ödevlendirdim hemen. Kitaplarını açıp metni okumalarını istedim; ama gözüm Yusuf’un protez elindeydi. Ders zili çalıncaya dek içimdeki düzenin huzurunu kaçırdım. Vicdanımdaki taşlar yalpalayarak yürüyordu. Yarım jokeye çelme takan taşları; onu düşüren taşları, yaslandığı taşları düşündüm. Yusuf, bakışlarını üzerimden indirmeden bir sfenks sessizliğiyde beni takip ediyordu. Bana her şeyini anlatıp nasıl olur da elinin birinin koptuğunu, kesildiğini, yok olduğunu söylememişti? Askerlik yaparken mi yaralanmıştı. Yoksa orduda bu yüzden mi kalamamıştı? At sevdası mı onu bu hâle getirmişti? Yusuf’un kafasının içinde kendine yabancı bunca yığın varken nasıl da bu kadar susmuştu?
Sararan düşüncelerim dökülüyordu, yaprak yaprak. Demek ki insan zamanla içinde biriktirdiği taşa dönüşüyor, kayıtsız olmayı öğreniyordu. Onun efsunlu bakışlarına kilitlendim. “Bana müsade hocam, Alageyik beklemez!” diyerek sanki başı ve sonu olmayan hikâyesini en hakikatli yerinden anlatamamanın sancısıyla kalktı yerinden.
Yarım jokey giderken elimi de öpmedi. Eskiden unutmazdı oysa. Bir imgeyi bir tınıya bağlamış gibi yeleleri birbirine karışmış atının yanında aldı soluğu. Durup seyrettiğim pencereden bakınca anlıyordum, Yusuf’un da okyanusun kıyılarında kurtulmayı bekleyen bir deniz yıldızı olduğunu.
edebiyathaber.net (1 Şubat 2024)