Sonbaharın pastırma yazı denilen günlerinden birinde, gergefe gerilmiş bez gibi göbeğini saran elbisesinden taşan süt dolu memelerini bir o yana bir bu yana savurarak bahçede iş yaparken koy verdi çığlığı Meryem. Meryem’in çığlığı sarıya çalmış koca ormanı, yanı başındaki mezarlığı, konuyu komşuyu, köy meydanını aştı, dağdaki mahlukatı deliğinden çıkartacak kuvvetle yeri göğü sarstı. Kimi kulağını acıyla tuttu, kimi kendini yola vurdu, bir sağır koca nineye işlemedi. Nine, kulaklarını tuta tuta, mısır patlağı gibi dağılan komşuları görünce anladı bir şeyler olduğunu. Aksak bacağına aldırmadan, gidebildiğince hızlı vardı köy meydanına. Köy ahalisi bir traktörle, koca neneyi Meryem’in yanına yetiştirdi.
Al basmış seliyle geldi, Meryem’in üç erkek evladın üstüne Aybala. Kızı aklayıp paklayıp anasının memesine verdi Koca Nene. Kız çektikçe sütü, Meryem’in pınarları coştu. Bereketi sardı evini, köyünü. Kurumuş dallar sürgüne durdu, bağa bostana, ahıra ağıla Hızır’ın eli değdi.
Aybala daha ilk adımını atmadan börtü böceğin dilinden anlar oldu. Anası çapadayken, emekleyip yanına vardığı bibere, domata eli değse, ham sebzeler bir anda hasata dururdu. Ama ne hasat! Aybala köye gün gibi doğdu desek yeridir. Meyvesi ala boyandı, bamyasına, biberine katmerli can geldi. Yıllar geçiyor, çıtır sebzeler, şerbet gibi meyveler tezgâh yüzü görmeden kapışılıyordu. Köyün taşından toprağından bereket fışkırıyor, yeşili parlıyor, ırmakları gürül gürül akıyordu.
Yağmurun camları gürültüyle dövdüğü akşamlardan birinde kulağı keskin Meryem, bahçenin dışından gelen bir ses duydu. Mırıldanmaya benzer bir çocuk sesi. Telaşla bahçeye çıkmasıyla, yerine mıhlanması bir oldu. Aybala, küçümen elleriyle kartal mı atmaca mı olduğu belli olmayan koca kanatlı bir kuşu yerden kaldırmaya çalışıyordu.
Aybala küçük kollarıyla, kuşun kuzguni kanadına sarıldığı an sessiz bir çığlık, yeryüzündeki tüm kanatlılara ulaştı. Her biri onları çağıran güce biat ederek, kanatlarını gecenin karanlığına doğru açtı. Çırpılan her kanattan çıkan rüzgâr bir diğerine kavuştu, bir büyük hortum olup, Aybala’nın sarıldığı devasa kanatlara vardı. Yer gök birbirine girerken, rüzgar Aybala’yı yalayıp geçiyor, kız hayatından memnun, yerinden kımıldamadan olanları seyrediyordu. Rüzgârdan aldığı güçle titremesi duran kanatlar yavaşça aralandı, öfkeli bir yüz ve yara bere içinde bir beden ortaya çıktı.
Sığındığı kapı aralığından çıkan Meryem, telaşla Aybala’nın yanına koştu. Genç bedenin bir parçası olan kanatlara bakarken bildiği tüm dualar dilinden dökülüyordu. Karşısında duran bir kuş değil, alenen bir erkekti. Meryem, davetsiz misafirin kim olduğunu anladı. Aybala’yı kucağına aldı, başıyla misafire “geç” dercesine ağılı işaret etti. Aybala “kim bu?” diye sordu, anası bir an düşündü “Hatip” dedi.
Meryem, beş dakika sonra elinde biraz yemek, birkaç parça kıyafet ve büyük bir battaniye, hemen arkasında Aybala’yla, keçi kokusu sarmış ağılın kapısından girdi. Elindekileri sonraki aylarda her gece yapacağı gibi bir saman yığının üzerine bıraktı. Davetsiz misafir de sonraki aylarda yapacağı gibi göz ucuyla getirilenlere ve ana kıza küçümsercesine bakıp, onlar ağıldan çıkana kadar tepsidekilere elini sürmedi. Meryem, Aybala’yla artan bereketin ardından Hatip’in de geleceğini içten içe biliyordu. O da Aybala gibi küçük bir kızken anneannesinden dinlemişti tüm köyü huzursuzluğa, vesveseye sevk eden, insanları yoldan çıkaran Hatip’in neler yapabileceğini. Hatip geldiğinden beri köyde karmaşa baş göstermiş, işler ters dönmeye başlamış, ekinler yerinden kalkmaz olmuştu. Köylünün tepkisinden çekinen Meryem, Hatip’in varlığını sır gibi saklıyordu. Eve misafir kabul etmiyor, ev ahalisini ağıldan uzak tutuyor, gün içinde kendi kendine söylenip duruyordu. Geleni gideni durduramazsa, insanlarla temas eden kötülük tohumu fersah fersah uzaklara yayılırdı.
Aybala uzaktan izliyor, gün içinde annesi bahçede çapadayken ağılın kapısından gizli gizli bakıp duruyor ama cesaret edip bu yabancının yanına gidemiyordu. Genç adamın hastalıklı ten rengi yiyip, içip yattıkça düzeliyor, bedeninde cennetten düşerken açılan yaralar iyileşiyor ama ruhundaki nefret katlanarak çoğalıyordu. Aybala’nın meraklı gülen gözlerini gördükçe insanoğlundan intikam alma hırsı çığ gibi büyüyordu. Hizmet etmeyi kabul etmediği, bu vasıfsız canlılardı gözden düşmesinin, evinden, kardeşlerinden ayrı kalmasının, kudretini kaybetmesinin sebebi. Hele şu küçük kız, Masumiyet Köyü’ne gelmesinin nedeni, iyilik timsali, yok edilesici.
Aybala’nın saf iyiliğiydi köyü saran bereketin kaynağı. Hangi devirde görülmüştü beyazın siyahı yok ettiği? Beyazın siyaha, aklın kuşkuya, kalbin fesata, Aybala’nın iyiliğinin lekeye ihtiyacı vardı. Hatip iyi bilirdi zehri önce düşünceye sonra dile sokmayı. Hatip toparlanıp, sağlığına kavuşunca Aybala’ya yaklaşmaya başladı. İnsanoğlunu bir kez kendine inandırmaya gör. Sonrası ığıl ığıl akar, yolunu bulurdu. Kimine kırmızı bir elma, kimine kibrin ateşi. Önünde sonunda kir düşerdi zayıf, aç gözlü insan oğlunun kalbine.
“Senden önce kuraktı buralar, insanlar aç, toprak bereketsizdi. Bak şimdi dağa taşa can geldi. Murt ağaçları meyveye durdu. Hep bunlar senin elinin, güzel kalbinin mükafatı bu köye. Güzel Aybalam bereketinden sebeplenenler, sana borcunu bilir mi? Senin dokunduğun taşı, can fışkıran toprağa çevirdiğini bilir mi köylü? Bilir! Bilir ama seni kendinden bilmez. Sen Umay Ana gibi, Fatma Ana gibi hayvanata, börtü böceğe, taşa toprağa can verdikçe gücünden korkar oldu bunlar. Sen iflah olmaz ucube, öteki, cinlere karışmış korkulası yaratık. Söyle bana, insanattan bir yoldaşın var mı? Olmaz, yok. Senin nimetinden sebeplenenler, seni bir kaşık suda boğmaya hazır değil mi?”
“Neden nefret ediyorlar ki benden?” Aybala kırık kalbini dinledikçe köye kasvet çökmeye, orman sesini kaybetmeye başladı.
Günden güne, aydan aya zaman aktı, Hatip konuştu, Meryem çaresiz baktı olana bitene, dua etti eli kolu bağlı. Önce Aybala’nın düşüncesine fesat, sonra diline kibri musallat eden Hatip, beyaza kara çalmayı başardı. Aybala zehirlendikçe, umutsuzluk yayıldı yüreğinden. Can kattığı, bereketlendirdiği toprakları önce görmez oldu. Ne zamanki sevmez oldu, denizin rengi bulandı, toprak kurudu, gökyüzü bulutlara bürünüp güneşini kaybetti. Lafın özü, köyün türküsü bitti.
Aybala, cennettin tüm nimetlerinden sürülmüş güzel Hatip’e baktıkça acı ile karışık haz duymaya başladığı gün de görevini tamamladı İblis. Karanlık, bir küçük kızın kalbinden yayılmaya başladığında, ışığını kaybetti insanoğlu; Cennet’inden oldu, cehennemine vardı. Araf’ın sürgününde, kendisini kurtaracak sevginin tohumlarını taşıdığından habersiz, geleceğini Şeytan’ın intikamına feda etti.
edebiyathaber.net (3 Şubat 2024)