Söyleşi: Burak Soyer
Silvan Alpoğuz’un Ketebe Yayınları’ndan çıkan “Kimse Kalmadığında Bunu Hatırla” adlı kitabı, üç kuşağa yayılan yüz yıllık bir Türkiye portresinin hikâyesi anlatıyor. Dede, baba, torun üçgeninde kesişen karakterlerin, köklerle, “yuvayla” olan ilişkisini ele alan kitapla ilgili Silvan Alpoğuz’la söyleştik…
“Kimse Kalmadığında Bunu Hatırla”da “yurt” kavramına iki taraftan yaklaştığınızı düşünüyorum. Bunlardan birincisi, yaşadığımız yer. Diğeri de “aile”. Bu ikisinin ortak paydada buluşması sizin nezdinizde sadece “aynı çatı” altında olmaktan ileri gelmiyor sanırım. Burada devreye giren mesele “kökler” mi oluyor? Buna biraz açıklık getirir misiniz?
“Kimse Kalmadığında Bunu Hatırla”, isim olarak bir yalnızlaşmaya; hem kişisel hem de toplumsal bir yalnızlaşmaya ve o yalnızlık halinde insanın dayanacağı, keşfedeceği bir kimlik duygusuna, kendi olma bilincine işaret ediyor. Bu bilinç büyük oranda hafızayla ilişkili. Kitabın merkezindeki isim Hakkı; ortada kalmış, kimi kimsesi olmayan genç bir çocuk olarak çıkıyor karşımıza ve kendisinin ne’den sonra geldiğini bilemiyor. Bu da kendiliğinden bir doğallığı engelliyor haliyle. Bu bilmeme hali onu bir nevi köleleştirmiş, tutsak etmiş vaziyette. Hakları, mülkü ve sevdiği kadın elinden alınmış örneğin. Bu tutsaklığı aşabilmesi ancak hafızasıyla, kim olduğunu anlatan bilgilerle mümkün olabiliyor. Ve evet, burada devreye giren mesele kökler oluyor.
Kitapta yüz yıllık bir süreci, farklı nesilleri özne yerine koyarak anlatıyorsunuz. Memleket bu konudaki malzeme açısından çok “verimli”. Dolayısıyla bu durum edebiyatımızda defalarca işlendi fakat karşımıza hep politik yönü ağır basan eserler çıktı. Sizin bunu insana yaklaşarak anlattığınızı söyleyebilir miyiz? Bu yöntemi tercih etmenizdeki sebep neydi?
Evet, kitapta üç nesli bir arada görebiliyoruz. Zannediyorum insana yaklaşarak anlatmak ile kastettiğiniz siyasal olayların bütün anlatıyı belirlememesi olmalı. Çünkü aslında Hakkı’nın neden kimsesiz oluşuna, kendine ait toprakları cumhuriyetle birlikte tam kazanmışken hemen akabinde bir dava dolayısıyla tekrar kaybettiğine… Ve devamına baktığımızda metin için bir bakıma oldukça politik de diyebiliriz. Diğer yandan tek parti döneminden 80 darbesine, taşranın dönüşümüne, 80 sonrası görünürlüğü artan dini gruplara… Pek çok politik unsur da kitapta önemli bir yer tutuyor. Ama burada evet, dediğiniz gibi merkezde bir insan ve onun ailesi var. Bir dede ve torun var. Onların gündelik, “sıradan” pratikleri var. Bu sıradanlığın ne kadar derin olduğuna dair bir iddia taşıyor denebilir. Çünkü pratikler köklü şeylerdir. Birden ortaya çıkmış şeyler değildir ve bu anlamda Anadolu’da yaşayan bir insanın, Weber’in ideal tipleri anlamında bir insanın, onun yaşam ve inanç pratiklerinin, duygu ve düşünce dünyasının derinliğine inmeye çalışıyor kitap. Neden bunu tercih ettim? Bu derinlikte ne olduğunu görmek istedim çünkü.
Hikâyenin özellikle ilk kısmının epik bir biçimde ilerlediğini görüyoruz. Bunun yukarıda bahsettiğim insana daha yakından bakmanızla bir ilgisi var mı?
Aslında iki biçim söz konusu diyebiliriz. Biri dediğiniz gibi epik, diğeri ise daha nesnel, daha arayışta ve bu arayış esnasında bazı tespitlerde teşhislerde bulunan bir biçim. Sizin tabirinizle insana daha yakından bakmaya çalışan bana kalırsa ikincisi olacaktır. Neden? Şöyle açıklayayım. Az önce değindiğimiz gibi, kitap kimlik sorunu, bu dünyada ne idüğü belirli bir kimse olma sorunu gibi bazı büyük sorular üstüne kurulu. Birinin ya da bir toplumun kendi sesini, kendi biricikliğini keşfetmesi senin de onun üzerine ciddi anlamda düşünmeni gerektiriyor. Ancak bu düşünmenin bütünüyle onun içinden değil, hem içinden hem dışından olması gerekiyor. Çünkü bütünüyle içinde olduğunuz bir durumun, bir tablonun gerçek anlamda ne anlama geldiğini kavrayamazsınız. Dışarı da çıkmanız gerekir. Kitap ikinci biçimle bunu yapmaya çalışıyor. Anadolu’yu oluşturan insan kaynağının, bu insanlar arasında yaşayan bir insanın gerçekte kim olduğunu görmeye çalışıyor. Bahsettiğiniz epik biçimse kitabın hem kapsadığı zaman aralığı hem de karşılaştığı büyük sorularla ilgili bana sorarsanız. Bunlar gündelik dille konuşulması, ilerlemesi pek mümkün olmayan sorular. Burada Türkçenin derinliğine başvurmak gerekiyor. Bu da kendiliğinden bu dili oluşturan tarihin ve siyasal olanın derinliğini gerektiriyor. Bu derinlik de beraberinde bir epik getiriyor.
Kitapta, bir tarafta iyi veya kötü ilerlemesinin, ayak uydurmanın önüne geçilemeyen bir dünya, diğer tarafta “yurt”, “toprak” gibi kavramların kapışması var. Bu çetin mücadelede dengeyi tutturmakta zorluk çektiniz mi?
Kolay olmadı diyeyim.
Sabit bir türde saplanıp kalmıyorsunuz. Türler arasındaki bu gezintiniz karakterle birlikte zenginleşiyor ve kitabı daha geniş bir perspektiften okuma imkânı tanıyor. Bu bilinçli bir tercih miydi?
Kısmen bilinçli, hazırlık yaparken aşağı yukarı bir gidişat belirmişti tabii ama kısmen de süreç içerisinde, işin içindeyken gelişti.
Yeni çalışmalarınızla ilgili ufak bir ipucu rica etsem…
Daha çok akademik çalışmalar ve yürüttüğüm bir projeyle ilgili çalışmalar var şu an. Ama bakarsınız yeni bir kitap da gelebilir.
edebiyathaber.net (8 Şubat 2024)