Göç ve göçmen kavramlarını acıma, anlamaya çalışma, kabullenme, yardım etme, hoşgörünün yanında; kızgınlık, suçlama, yoksullaşmamızın nedeni, demografik yapıdaki değişiklik, işsizlik gibi tanımlamaların da sorumlusu olarak da anlamlandırıyoruz. Kafamız karışık. Dünyaya bakış açımızla bağlantılı anlamlar verirken günlük hayatta bazen bir anda tersine dönüyor her şey.
Çoğumuz için sadece bir sözcük. İçini kendimizce doldurduğumuza inandığımız.
Edebiyatımızda ise geçmişte göç kavramı ağırlıklı olarak iç göç bağlamında, gecekondulaşma açısından ele alınırken, kentli olamadan kente uyum sağlaması istenen, kentin çeperine yerleşerek ona tutunmaya çalışan insanların öyküsünü anlattı sanatçılar. Sinemada, tiyatroda öykü ve romanlarda bu insanları farklı bakış açıları ile gündeme taşıdık. Oysa kentli olabilmek için üç neslin geçmesi gerektiğini söyler toplumbilimciler. Kentlerin yerlileri geldikten üç gün sonra kentte yaşamaya başlayan, kırsalın yaşama alışkanlıkları ile büyümüş insanlardan kentli olmalarını bekledi. Köyden gelen yiyeceklerini, kılık kıyafetlerini, yaşam biçimlerini, sürdürdükleri geleneklerini küçümsediler, onlarla alay edildi, dışlandılar. Ama aynı ülkedeydiler, radyoda aynı haberleri dinliyor, aynı postaneden gelen mektupları okuyorlardı. Bölgesel farklılıklar olsa da aynı dili konuşuyorlardı. Evet, dışlanıyorlardı ama aynı bölgeden gelen erkekler aynı kahvede oturuyor, bir arada olabiliyordu. İşgüçleri, yarattıkları artı değer göz ardı edilirken ezildiklerinin de farkındaydılar. Geniş asfaltlarda değil, çamurlu sokaklardı onların payına düşen. Köyden kente göçmüşlerdi.
Tam da bu sıralarda yani 1960 larda henüz İstanbul’u bırakın belki de en yakınındaki kente yolu düşmemiş insanlar için bir başka yolculuk başlar. Almanya’da işçi olacaklardır. Bu kez yeni bir göç dalgası yaşanır. Şimdi kitaplardan okuduğumuz, apayrı bir dünyada yaşama tutunma çabası… Daha iyi bir hayat, daha iyi bir gelecek için ayakta kalma, hayata tutunma ve bulunduğu yere uyum sağlama. Dilini ve yaşam koşullarını bilmedikleri apayrı bir dünya. Gettolarda bu kez içine kapalı bir hayata başlar genç ve güçlü Anadolu köylüsü. Sabahın karanlığında gidilen işler, yalnızlık, suskunluk, geride kalanlara özlem, yeni bir hayata tutunma çabası, umut.
Aradan geçen yıllarda çoğumuzun haberinin bile olmadığı ya da sadece duyduğu bir başka göç daha yaşanmıştır bu topraklarda. Bu kez çok uzaklardaki bir ülkeden gelen konuklarımız vardır. Uzak diyarlardan gelen akrabaları karşılayacak kimse de yoktur. Yukarıda belirttiğim göç ve göçmen hayatlarından çok farklı, yaşamak, hayatta kalmak için çıkılan bir yolculuk. Hem bilinen hem de bilinmeyene göçmek. Kaçarak göçmek.
Uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra geride bırakılanların anılarıyla yeni bir hayat kurulacaktır.
Sofya Kurban’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan Sessizlik Çağı adlı öykü kitabı tam da bu göçü yaşayanları anlatıyor. Yola çıkış, yolculuk, bir yerlerde konaklayıp, devam eden yolda olma hali. Gelinen yerlere hızlıca uyum sağlama çabası, onlarla birlikte dolaşan anılar, unutulan ve umulmadık anlarda anımsanan dil. Kaçış öyküleri.
Kitabın sadece adında kalmıyor sessizlik.95 sayfa boyunca tüm satırlara sinmiş. Kalabalık kentlerin sokaklarını, yabancı metropollerin metrolarını anlatırken bile siz sadece görüntüyü hissediyorsunuz. Bu sessizlik dinlendirici, huzur verici bir sessizlik değil elbette. Bütün harfleri ve cümleleri içine doğru söylüyor yazar. Siz de okurken aynı sessizliğin bir parçası oluyorsunuz. Öyle ki nümayiş sözcüğünü bile fısıldayarak geçiriyor gözünüzün önünden.
Orta Asya steplerinde başlayan yolculukları gökyüzünden bir kartalın gözü ile izlediğinizi varsayın. Yolculuk boyunca yakalanma, yolda telef olma, tuttuğu eli kaybetme korkusu ile sürüp giden göç Anavatan’a ulaşanlar tarafından hedefe varmış sayılır mı? Elbette hayır. Bu yüzden hep geri dönüşlerle ilerliyor öyküler. Her geri dönüş geride kalanlara bir saygı duruşu aynı zamanda.
Ama Türkiye de son durak değildir, Yolculuk ya da kaçış devam eder. Bu kez gidilecek yeni ülkeler, orada karşılaşacak yeni göç mağdurları vardır. Her biri bir yere savrulan insanlar. Bir kez daha dönüp geldiği Ankara’da ilk oturdukları evi arayıp zor da olsa bulan kadının ardından onun kokusunun sindiği odalarda o göçü anlamaya çalışan adamın sorularına verebilecek bir yanıtımız var mı? Sesi, geçtiği iklimlerin, yara aldığı savaşların tonundaydı. Bu düşünceler, şu anda titreyen eliyle kirli kül tablasını tutan Engin’e ait değildi.”(s41)
Anılarda yaşayan anne ile ilgili anımsanan bulanık görüntüler…”O yılları yolları bir araya gelip didikledikçe çocukluğumuzun altından sizinki çıktı. Sizin geçmişiniz nerede bitip bizimki nerede başlamıştı?”(s.10)
Baskı ve tedirginliğin her satırda hissedildiği öykülerde bunu en güzel anlatan cümlelere ne demeli? “Kış boyunca pamuklu kalın pantolonla yattık, kapıyı kırıp girdiklerinde en azından üzerimizde sıcak bir şey olsun ”diye sözünü tamamladı. Gözleriyle de ”Bunları anlatabilir misin? Diye sordu. Diğeri “Anlatabilirim, “dedi.”(s.35)
Öykü kahramanları bir bakıyorsunuz Almati’de bir bakıyorsunuz Ankara’da, Londra’da ya da Almanya’da. Ama en çok da yolda. Yolda değilse yola çıkma hazırlığında. Ayrılığın bu kadar zor geldiği, ayrılanların varmaktan öte, gitmekten bu kadar acı çekmesi ancak bir göç hikâyesinde karşımıza çıkar. Gönüllü olmayan yolculuklarda aklın ve kalbin ayrılan yerde kalması ama gidilen yere de hızlıca uyum sağlamaya çalışması bölünmüş hayatları yaşamak değilse nedir? Bir bakış, rastlantısal bir karşılaşma, bir kartalın uçuşuna tanık olma, kırık bir biblo size geride kalan hayatlarınıza tanıklık ediyorsa köksüzlük duygusundan nasıl kurtulabilirsiniz?
“Geçmişe baktığımda; dedem Kazan’da doğdu, babam yolda, ben Harbin ’de, kızımsa Helsinki’de ”Devamını getirmeden susmuş, sonra kendi kendine, ”Neredeyse yüzyıl, dört nesil…”(s.39)
Sofya Kurban’ın Sessizlik Çağı adlı kitabı sadece bir öykü kitabı değil. Bence göç ve göçmenler üzerine çalışan toplumbilimciler, psikologlar başta olmak üzere bu alanda çalışan tüm bilim insanlarının çalışmalarında elinin altında olması gereken bir eser.
Çocukluğuna ait tüm anılarını bırakıp, ellerinden tuttuğu yetişkinler tarafından adeta sürüklenerek gidilen yeni hayatlar onlara ne vaat edecektir? Atılan her adım güvensiz bir geçmişten belirsiz bir geleceğe sürükler onları. İşte bu yüzden varılan yere hemen uyum sağlayıp dışlanmalara karşı güçlü bir zırh geliştirmeleri gerekir. Bu zorunludur. Anılar evlerin içinde yaşar. Pişen pilavın dumanında solunur özlemler. Öte yandan “Roma’da Romalılar gibi davranacaksın. Romalı gibi olmak, hep yaptığım bu değil mi? Göçüp durmak ve varılan yere olabildiğince hızlı, çaktırmadan ayak uydurmak. Bir sonraki durak? Gözümün önüne, kocaman bir ağacın tepesine çıkmış da inemeyen bir kedi geldi.”(s.53)
Peki ya sonra? Yeni kurulan hayata doğanlar bu köksüzlük duygusunda kendilerine yeni bir hayatı nasıl kurabilecek. Büyüklerine ait geçmişten onlara aktarılanlara o kadar yabancılar ki. Anlatılanlar belki güzel bir masaldan ibaret. Çocukları korkutacak anılar fısıltıyla ancak yetişkinler arasında kalmalı.
“Devraldığım geçmişi, doğduğum İli bölgesini, büyüdüğüm Ankara’yı düşündüm. Alsu’yu buralarda nasıl büyütecektim? İçim bu kadar yabancıyken onu dünyanın nerelisi yapacaktım? Artık benimle Almanca konuşmaya başlamıştı.”(s.55)
Geldiği topraklardan haber alamayan, konuştuğu dili belleğinin arka odalarına atan, susarak yeni karıştığı toplumda kendisine bir yer edinmeye çalışan kahramanlarla tanışıyoruz. Bütün bunları başarırken de içindeki korkuyu, tedirginliği bastıran insanların ruh hallerini bu kadar başarıyla okura aktaran Sofya Kurban usta bir kalem olarak okunmayı hak ediyor. Üstelik göç sırasında çocuk olanlar bu gün ayakları üzerinde duran, başarılı bireyler olmuşlar. Geldikleri topraklar her neresi ise orada dağılıp gitmemişler, ruhlarındaki yarayı sarıp sarmalayıp kimsenin onlara acımasına izin vermemişler. Zorlu coğrafyada başlayan zorlu yolculuk onları güçlendirmiş. En zayıf yerlerini bir tek kendilerinin görmesine, dokunmasına izin vermişler. Aynı durumda biriyle karşılaştıklarında bakışları yetmiş yaralarını okşamaya.
Yazarın yazdığı öykülerin bire bir tanığı ya da tanıklarıyla iletişim halinde olduğunu tahmin ediyorum. Öykülere otobiyografik diyerek yazara haksızlık etmek de istemiyorum. Bu tür bir yaklaşım Kurban’ın kalemine ve kurgu gücüne büyük haksızlık olur.
En azından benim için bilmediğim bir göçün öyküsü oldu Sessizlik Çağı. Kitabın arka kapağında da belirtildiği gibi bitmeyen bir kaçış.
Kitabı okuyup bitirdikten sonra düşündüm. Bu topraklar tarih boyunca göç yollarının vatanı olmuş. Benim çocukluğumda devlet memuru anne-babaların çocuklarından başladıkları okuldan mezun olanların sayısı parmakla sayılacak kadar azdı. Oradan oraya tayin olur ya da sürülürler. Köklenmeleri için ebeveynlerin emekli olması beklenir. Bir kentten diğer kente taşınmalar, taşınmalarda kaybolan, yıpranan eşyalar. Yeni taşınılan kente ait yaşam tarzına, iklime uyum sağlama. Çocukluğumda şikâyet ettiğim okulumdan, arkadaşlarımdan ayrılmak zorunda kalışlarımı düşündüm. Yaptığım şımarıklıktan utandım.
Ölümün bile bu dünyadan göçmek olarak tanımlandığı kültürümüzde göçmen olmanın ne olduğunu böylesine içten, ama sessiz, fısıldayarak yaşadıklarını bize geçirebilen usta bir kalem Sofya Kurban. Umarım Sessizlik Çağı edebiyat dünyası ve okur tarafından hak ettiği değeri bulur.
edebiyathaber.net (8 Şubat 2024)