“Mümkün olabilecek tüm ihtimaller için…”
Pazarın sessizliği ile açtım odamın camını. Dışarıda erken gelen baharın müjdecisi bir hava. Perdeyi de sıyırdım ki, bahar dolsun içeri. Sessizliğin getirdiği düşünceler de var yanında tabii. Örneğin sakin bir yaşam. Koşuşturması olmayan, sonraki anı düşünmediğimiz, uzunca bir süre yapılabilecek aylaklık gibi. Güzel olurdu gerçekten bunu yaşayabilseydik. Bu aralar bir miktar bunu hissetsem de yaşama dair üretimin de durduğunu hissediyorum. Bu da huzursuzluğu getiriyor beraberinde. Yaşamın kurallarına aykırı sanırım artık durmak, dinlenmek. Yaşadığımız hız çağında olabildiğince koşmalıyız. O koşma esnasında ayrılıp ayrışsak da bu dayatmaya karşı koymamız pek olanaklı değil gibi.
Yakın zamanda çokça duyduğum bir şey vardı, özellikle kişisel gelişimcilerin ağzından düşmeyen bir sözdü bu: Durmayalım Düşeriz! Bunun endişesiyle savrulup durduk oradan oraya. Yok, aslında bunun bir geçerliliği ama yaşadığımız çağ dayatıyor işte. Biz de teslim oluyoruz çaresizce. Hedef hep daha iyisi, daha üstü, daha ilerisi. Bir gün de yerimizde saysak ne olur ki?
“Durmayalım Düşeriz”den yola çıkarak bunları düşünsem de Burcu Aktaş bu başlık altında çok başka şeyler anlatıyor bize. Redhouse Kidz tarafından yayımlanan ve Müjde Başkale’nin resimlediği kitapta yazar bize unutulan değerleri hatırlatıyor bir kere daha.
“Yağmurlu bir günün sabahında Yokuşpaşalılar acı bir çığlıkla uyandı: ‘Asumaaan! Neredesin? Yer yarıldı da içine mi girdin Asuman!’ Oysa mahallede tek kaybolan Asuman değildi. Art arda hiç akla gelmeyecek şeyler de kaybolacaktı, mesela Bakkal Osman’ın dükkânının kapısı. Yokuşpaşa sakinleri bu gizemi çözmek için ilk kez bir araya toplandılar. Kaybolanları nasıl geri getirebilirlerdi?”
Kitap bu tümcelerden de anlaşılacağı üzere küçük Asuman’ın kaybolmasıyla başlıyor. Sonrasında bir araya gelen mahallelinin öyküsü burada anlatılanlar. İlginç karakterlerle de tanışıyoruz Yokuşpaşa mahallesinde. Şaşa, Zemin Kat Kemal, Şakir ve diğerleri… Burcu Aktaş, Durmayalım Düşeriz derken, çocuklara bir araya gelmenin, birbiriyle iletişim kurmanın, hayal kurmanın, dayanışma gibi değerlerin güzelliğini anlatıyor. Küçücük bir mahalleden kocaman bir dünya yaratıyor ve çocuklara sunuyor. Müjde Başkale’nin sarı tonlarıyla bezediği çizimleri de o mahallenin ışığını hissettirdi bana.
Mahalle demişken, söz yine dönüp dolaşıp çocukluğumuza gelecek sanırım. Yüksek ve çok daireli apartmanlar yaygın değildi o zamanlarda. Hani şimdilerde kimsenin kimseyi tanımadığı fakat aynı merdiveni, asansörü, aynı kapıyı kullanarak içeri girdiği kutu şeklinde binalardakinin aksine, sokağımızı baştan sona tanırdık. Aynı okullara gider aynı sıralarda otururduk. O dönemin çocukları bizler, şimdikiler gibi kapılardan farklı servislere binip farklı okullara gitmezdik. Ayrışmanın düzeyini buradan bile kestirebilmeliyiz aslında. Sokağımızda bir cenaze olsa günlerce televizyon açılmazdı evde. Şimdi üst-alt komşunun değil bir yakın kaybı, kendisi gitse haberimiz olmuyor.
Yaşadığımız kapitalist çağın istediği şekilde dizayn edildik tüm insanlık olarak. Daha çok tüketim, daha az bir araya gelme… Burcu Aktaş bunu bir kere daha hatırlatıyor okurlarına. Bir araya gelmek, bütün olmak, iletişim kurmak. Özünde de insan olmak aslında!