Öykü: Mahremiyet | İbrahim Gül

Mart 14, 2024

Öykü: Mahremiyet | İbrahim Gül

“Hiç boş yer yok, oturabilir miyiz, rahatsız etmiş olur muyuz sizi?”

Kafasını kaldırıp sesin geldiği yere baktı. Otuzlarında bir kadın, elinde bir kahve, yanında daha çekingen bir arkadaşıyla, uzak olmayan bir yerden kendisine bakıyordu. Hayır demenin kabalık olacağını düşündü.

“Şöyle yapalım. Ben bu masayı biraz daha kenara çekeyim, böylece iki farklı masa gibi olur.”

“İyi olur ama zahmet vermeyelim size?”

“Rica ederim, ne zahmeti.”

Yan masalarda oturan umursamaz insanların bakışları çok kısa sürdü. Masayı çekti, gerçekten iki masa oluşmuş gibi oldu, iki bağımsız masa. Kadınlar otururken tekrar teşekkür ettiler. Yapılan davranış, amacına ulaşmıştı. Kulaklığını taktı, oyununa devam etti. Herkesin oynadığı meşhur bir oyundu, renklerin üst üste ya da yan yana gelmesi gerekiyordu. Bu masa çekme operasyonu, bir şekilde dikkatini dağıtmıştı. Canlar hızlı bir şekilde bitiyordu, bu yüzden daha yavaş hareket etmeliydi. Müzik, tam da sevdiği kıvama gelmişti. Bir elin omzuna dokunmasıyla irkildi. Garsondu. Kulaklığı çıkarmadan çay, dedi. Eliyle kaşık işareti yapıyordu bir yandan. Garson da eliyle “bir” işareti yapıyordu. Kulaklığı çıkardı.

“Bir şey mi dediniz?”

“Efendim, sipariş almaya gelmedim. Burası self servis.”

“Aaa, unutmuşum, kusura bakmayın. Ne oldu peki?”

“Masayı buradan kaldırmamız gerekiyor, aynı yere geri koyalım lütfen.”

“Geçişi mi engelledik?”

“Evet, maalesef.”

“Tahmin etmiştim, aslında buradan geçiliyor, bakın.”

Ayağa kalkıp söylediğini tatbik etmeye çalıştı. Kendisi geçişi engelleyen sandalyede oturmadığı için sandalyeyi iyice iterek geçebildi.

“Şaka yapıyorum.”

Garson, daha doğrusu barista, bu şakaya gülmek için kendini çok zorladı ama başaramadı. Gülümsemeye çalışması çok belliydi.

“Evet hanımlar, maalesef bağımsızlık projesi çöktü. Kahvemi içeyim, biraz sonra kalkacağım zaten. Hem kulaklığım var, sizi dinlemeyeceğim, mahsuru olmaz değil mi?”

Bu sefer, konuşmayan kız atıldı.

“Olur mu beyefendi. Zaten biz sizi yerinizden ettik. Kusura bakmayın, rica ederim, oturun böyle.”

“Teşekkürler.”

Böylece kadınlarla hiç tanışmayan bu erkek kişisi, onlarla aynı masada oturmaya başladı. Kulaklığının sesini iyice açtı, konuşmaları duymamak için. Tekrar oyununa döndü, canları artık tamamen bitmek üzereydi. Çok kısa bir zaman diliminde bütün hakları tükenmişti, müzik de artık keyifsiz hale gelmişti. Ne yapacağını düşünmeye başladı. Kalkıp gitmeyi düşündü ama henüz vakti vardı. Yanında oturan kadınlar, varlığını unutmuş, birbirlerine usul usul bir şeyler anlatıyorlardı. Yavaşça müziğin sesini kıstı, kimsenin görmediğinden emin olmak istiyordu.

“…ben de Meltem’e dedim ki, bunu böyle yapamazsın. Daha doğrusu, yapmamalısın. Çok ayıp, insanda biraz edep olur.”

“Ama o…”

“Evet, o halen doğru olduğunu düşünüyor. Yanlışında ısrar ediyor. Nasıl ya, gerçekten, nasıl? Göz göre göre nasıl yapılır yanlış?”

“İşte, akraba falan demeyeceksin, gerekirse tavır koyacaksın.”

“Öyle.”

Metin, olayın ne olduğunu anlamıştı. Tam karşısında oturan kadının, kuzeniyle aralarında geçen bir tartışmaydı konu. Meltem galiba yanlış bir evlilik geçirmekteydi. Biraz daha dinlese, enine boyuna bir yorum yapabilirdi.

“Kahve alacağım tekrar, küçük boy almıştım. Yetmedi. İster misin?”

“Gideceksen olur.”

“Şimdi kalkıyorum. Ya, ne diyeceğim, şu adama da sorsak mı? O kadar yer verdi bize.”

Müziğin sesini tekrar açtı.

“E sor madem, ne diyeceksin ki?”

“…”

Artık konuşulanları duymuyordu.

Hande, elini, muhatabının görebileceği ölçüde hafifçe salladı. Nazik adam, hemen fark etmişti. Bu anı bekler gibiydi.

“Bir şey mi dediniz?”

“Kahve alacağım da ister misiniz?”

“Yok teşekkür ederim, şimdi içtim.”

“Yani, tanışmasak da aynı masada oturuyoruz, istiyorsanız lütfen söyleyin, hatta söylemeyin, size bir kahve almış olayım, olur mu, nasıl içersiniz, tatlı mı olsun, şekersiz mi?”

“Zahmet olacak.”

“Lütfen, zaten gidiyorum.”

Bu ısrarı geri çevirmek kabalık olabilirdi. Sert, dedi. Şeker kullanmıyorum.

“Tabi, hemen geliyorum.”

Bir kişi masadan eksilince ve kulaklıklar çıkınca garip bir sessizlik oldu. Sanki bir buluşmaydı bu, artık konuşma zorunluluğu ortaya çıkmıştı. Sessizliği bozan kadın oldu.

“Ben Hande, tanışmış olalım.”

“Ben de Metin.”

“Memnun oldum.”

“Ben de.”

“Hep buraya mı gelirsiniz?”

“Evet, nerdeyse hep.”

“Kahveler için değil mi? Çok güzel yapıyorlar.”

“Kesinlikle. Siz de mi hep buraya gelirsiniz?”

“Evet buraya ama bu şubeye değil. Çarşıda bir tane daha var.”

“Biliyorum. Yer olmuyor ama orada, çok küçük.”

“Zaten oturmuyorum, alıp çıkıyorum, iş yerim orada.”

“Ne iş yapıyorsunuz?”

Bu soru biraz gereksizdi. Ama ağızdan çıkmıştı bir kere.

“İş mi?”

“Yani, söylemeseniz de olur. Öyle refleks olarak çıktı ağzımdan.”

“Anladım, önemli değil canım. Muhasebeciyim. Kahveci var ya çarşıdaki az önce bahsettiğimiz, onun sağ çaprazında kalıyor.”

Düşündü.

“Avukat ofislerinin olduğu yer mi?”

“Evet, evet oralarda kalıyor.”

“Az önceki konuşmalarımızı duydunuz mu?”

Yutkundu. Bunu beklemiyordu.

“Hayır.”

Kız inanmamıştı.

“Doğru ya, müzik dinliyordunuz.”

Şimdi, buz gibi soğumuştu masa. Hande, bu durumdan hoşlanmamıştı ve bu durumu apaçık belli ediyordu. Bu davetsiz misafir, bir şekilde muhabbete ortak olmuştu. Belki önemli bir şey konuşmuyorlardı ama – kuzenlerinden biriyle olan bir tartışmaydı konu- yine de mahremiyetin ortadan kalkması can sıkmıştı.  Bu sırada Metin, tekrar eline telefonu aldı. Canlar yenilenmiş mi, bakıyor gibi yaptı. Oyuna tam girerken uygulamadan çıktı. Telefonun ekranına baktı bir süre. Mesajlar kısmına girdi. Faizsiz krediler, indirimler, kampanyalarla ilgili birçok mesajı okumadan sildi. Sonra pişman oldu, acaba önemli bir şey var mıydı? Olsun, yine atarlardı zaten. Arada bir kafasını kaldırıp Hande’ye bakmaya çalıştı, her defasında vazgeçerek. En sonunda korkusunu yenerek bakabildi. Hande, ifadesiz bir şekilde gelene geçene, diğer müşterilere bakıyordu. Bir insana bir şey söylenmeyecekse, en söylenmeyecek zaman buydu işte. Tamamen dış etkilere açık, ne söylenirse anlaşılmayacak, ne söylenirse uçup gidecek bir zaman dilimi. Hande, bu kısacık zaman diliminde masadan kalkmıştı, bedeni burada ama aklı değildi. Kahve almaya giden arkadaşı halen gelmemişti. Epey bir süre, sessiz bir şekilde oturdular. Arkadaşı gelince zaman yine akmaya başladı. Gülümseyerek,

“Buyurun, kahveniz.”

“Teşekkürler, zahmet oldu.”

“Rica ederim, ben Handan, tanışmış olalım. Madem aynı masayı paylaşıyoruz.”

“Metin.”

“Hep buraya mı geliyorsunuz?”

“Evet. Seviyorum burayı.”

“Kahveler için değil mi? Ben de çok beğeniyorum.”

“Siz de mi hep buraya gelirsiniz?”

“Sayılır, bunların başka şubeleri de var. Çarşıda var, işime yakın olduğu için genellikle oradan alıyorum.”

“Anladım, ben pek gitmiyorum oraya, küçük geliyor, oturacak yer bulunmuyor.”

“Aaa orası öyle. Ben zaten oturmuyorum. Kahveyi alıp çıkıyorum, take away deniyor galiba. Al götür.”

“Anladım. Burası böyle doluysa çarşıyı tahmin bile edemiyorum.”

“Bütün iş yerleri orada, o yüzden çok kalabalık.”

“Galiba o yüzden.”

“İşte, dediğiniz gibi, iyi bir hizmet olduğu için, her zaman dolu oluyor.”

“Evet, bence de.”

“Burayı da beğendim ama. Ne kadar uzak da olsa arada gelinebilir. Değil mi Hande? Arada bir gelelim bundan sonra. Baksana oturacak çok yer var. Gerçi senin evin uzak kalıyor, nasıl geleceğiz.”

Hande bütün bu söylenenleri dinledi ama bir yorum yapmadı, sessizliğini sürdürdü.

“Benim evim yakın buraya. Sevdim, daha sık geleceğim. Bu kahveyi alırken ne düşündüm biliyor musun? Meltem, bu kahveleri sevmemi hep abartılı bulmuştu. Ukala şey.”

Metin’in Meltem’i tanımadığını düşündü. Ona döndü,

“Meltem benim kuzenim. İki saattir onun hakkında konuşuyoruz da tabi siz onu tanımıyorsunuz.”

Önce Metin’e sonra Hande’ye baktı.

Kahvelerini de alıp masadan kalktılar.

edebiyathaber.net (14 Mart 2024)

Yorum yapın