İngiliz yazar Gwendoline Riley 2021 yılında yayımlanan Hayaletlerim adlı romanında ol(a)mayan ailelerin yadigârı olan ölümcül hüznü, ömür boyu süren aidiyet duygusu arayışını, sevilme ihtiyacının nefes kadar gerekli olduğu gerçeğini metninin merkezine yerleştiriyor. Riley, bütün fertleri mutsuz olan bir ailenin sonsuz kederler içerisinde yaşama gayretini, birbirlerinden bir türlü kaçamayışlarını, paramparça çocuklukları yüzünden mutlu bir aile kuramayışlarını ustalıklı bir üslupla aktarmayı başarıyor.
Çağımızın en önemli ruhsal bozukluklarından biri olarak kabul edilen narsisizm, hiç dile getirilmese de romanın temel izleği ve bu yaklaşım narsist ebeveynler aracılığıyla hayat buluyor. Romanın anlatıcı kahramanı Bridget, ailenin iki kızından biri. Merkez karakter Bridget, ailesi tarafından adeta harcanmış biri olarak hayatının detaylarını samimi ve gerçekçi bir biçimde anlatırken sanki satır aralarında yer yer, okur olarak siz de bu hataları çocuk yetiştirirken kesinlikle yapmayın mesajı veriyor.
Bridget, erkek arkadaşı John’la Londra’da yaşayan kırklı yaşlarında bir kadın. Ailesinin ona yaşattığı bütün olumsuzluklara karşılık hayatta kalabiliyor. Ruhundaki yaraları geçmişiyle sürekli yüzleşerek daha da derinleştiriyor. Yakınlarının Hen diye çağırdığı annesi Helen ve babası Lee Grant birbirlerine olan nefretlerinin faturasını hayat boyu çocuklarına kesmişler. Helen hiç arkadaşı olmayan, kimseyle ilişki kuramayan kendini hep bir şekilde topluma olduğu haliyle kabul ettirmeye çalışan bir kadın. Yalnızlık, yaşı ilerledikçe katlanamayacağı bir yüke dönüşüyor. O da çözümü çeşitli sosyal faaliyetlere katılmakta buluyor. Baba Lee Grant ise kızlarına karşı ilgisiz, başkalarının yanında hayali başarılar uydurup kibirli davranan bir narsist aslında. Kızları Bridget ve Michelle büyüdükçe babaları ile aralarına kolay kolay aşılamayacak duvarlar örüyorlar. Yasal zorunluluğa dayalı bu ilişkiden kurtulma yaşları geldiğinde ise babalarını bir daha görmek istemiyorlar. Bridget, ilerleyen yıllarda bu durumu annesine şöyle aktarıyor: “Onu yasal olarak görmek zorunda olmadığım andan sonra bir saniyeliğine bile olsa görmedim”. Onun için annesi de babası da eşit oranda suçlu ama toplum baskısı nedeniyle annesiyle yine de zaman zaman ilgileniyor; zorlama olduğu çok belli olan bu ilişki tarzı, Bridget için geçmişin tekinsizliği içine yeniden çekilmek anlamına gelse bile.
Helen de ve Lee Grant da çocuklarının hayatlarını mahvetme konusunda yıllarca birbirlerini suçluyor ve çocuklarına verdikleri zararı fark etmiyorlar. Helen bir tartışmada kızına şöyle bağırıyor: “Korkunç olan ben değildim, babandı. Ben değildim.” Unutmamak gerekir ki narsist bir ebeveyn suçunu asla kabul etmez, karşısındaki kendi çocuğu bile olsa kendini her zaman masum görür. Bridget’in annesiyle her görüşmesi, çocukluğundan bu yana iyileşmeyen yaraların tekrar açılması demek; bu çaresizlik onun günlük yaşamına ikide bir kabus gibi çöküyor ve hayatı ona zindan ediyor.
Bridget ile Helen sadece doğum günlerinde buluşmaya başladıklarında ise annesi onun hayatına dâhil olmak için çok çaba harcıyor çünkü artık yaşlı. Hem ruhunun dinleneceği bir yer arıyor hem de yaşayabileceği fiziksel sorunlar ve çeşitli hastalıklar nedeniyle yardıma ihtiyaç duyacağını bildiği için bu duruma çözüm arıyor. Bridget’in gözünde o, treni kaçırmış bir hayalet aslında. Ailesi tarafından ateşe atılmış, buna karşılık o ateşten çıkmayı başarmış bir çocuk için ailesi sadece bir yük artık. Annesiyle arasındaki bağ o kadar “yok ilişki” diyebileceğimiz türden ki onu evine asla sokmak istemiyor. Erkek arkadaşıyla tanıştırmıyor çünkü kurduğu hayata deyim yerindeyse tırnaklarıyla kazıya kazıya sahip olmuş. Onun için evi kurtarılmış bölge ve ailesi tarafından hiç sevilmemiş erkek arkadaşı da ailesinden koruması gereken bir hazine.
Hayaletlerim’de anlatılan aileye benzer koşullarda büyüyen okurlar kendilerini romanın merkez karakteri Bridget’le özdeşleştirebilir. Çünkü ancak narsist ebeveynlerin elinde harcanmış bir çocuk onun gibi davranabilir. Nerdeyse bir ömre yayılan çarpıcı bir hikâye anlatan yazar, birçok detayı ancak dikkatli okurun fark edebileceği bir ustalıkla kurduğu diyaloglar aracılığıyla aktarıyor. Birbirlerini her gördüklerinde soğuk savaşa dönüşen anne kız ilişkisi Helen’in ölümcül hastalığa yakalanmasıyla yol ayrımına giriyor. Okur, anne kız ilişkisinin düzelebileceğini, annenin kızı tarafından affedileceğini düşünse de yanılabilir. Bridget annesini asla affetmeyeceğini, kendini ne kadar zorlarsa zorlasın böyle bir şeyin olmayacağını okura dolaylı anlatım aracılığıyla hissettirmeyi başarıyor.
Romanın genelinde hâkim olan duygu şu: “Bazı aileler keşke hiç olmasaydı”. Sally Rooney romanlarını seviyorsanız, Gwendoline Riley’i de beğenerek okuyacaksınız. Yazarın kişisel edebiyat zevkini merak edenler okurlar içinse kitaptan bir alıntı yapmak istiyorum: “Noel’de cesur bir hamle yapıp ona bir dizi kitap göndermiştim: Elena Ferrante romanları”. Okurların uzun süre akıllarından çıkaramayacağı etkileyici hikâyesi ve ruhsal çözümlemeleriyle Hayaletlerim, özellikle ailesiyle çözemediği sorunlarla boğuşan ve çıkış yolu bulmakta zorlanan okurların mutlaka okuması gereken bir roman.
edebiyathaber.net (8 Nisan 2024)