Söyleşi: İlker Aslan
Halil Yörükoğlu ile çocukluk arkadaşı değiliz. Ama hiçbir çocukluk arkadaşımla bu kadar sohbet etmemişimdir. Hem de pek çoğu dijital yolla… Benim gibi yerleşikliğe vurgun biri için fazla hareketli bir adam Halil. Yeşil Kart’a başvuru yaptık dediğinde, gidebileceğine hiç ihtimal vermiyor; aslında içten içe bunu istemiyordum. Sonra 2018 yılının bir bahar gününde Balat’ta görüştük, fiziksel olarak son kez çay içtik karşılıklı. Sarıldık ama veda etmedik. Gerek de yoktu.
Yazdığım öyküleri okuması, fikir sunması için gönderdiğim birkaç arkadaşımdan biri ayrıca Halil. O da bana yazdıklarını gönderir. İlk kitaplarımız peş peşe çıktı. Aynı yıl. İkinciler de öyle. Üçüncüsüne ben yetişemedim. O beni geçti. İyi ki de geçti. Böylece “Şu An Saat Kaç?” sorusu etrafında, yerel saat farkını düşüne düşüne yeni öykülerini okuyabildik. Göçmek üzerine, göçmenlik üzerine bu öyküler. Yer yer içinizi buracak, gözlerinizi dolduracak ama yine de hayata dair bir umut yeşertecek cinsten. Bu sohbette Halil’e kafama takılanları sordum. Biraz kitap biraz da o kitabın yazarı odaklı sorular. Birlikte esnaf lokantası açma ihtimalimiz üzerine şekillenen sorular biraz da. Neden olmasın? Belki bir gün…
Halil, yeni kitap hayırlı olsun. Kitap henüz isminden ve kapağından bile belli bir mesaj veriyor. Ağırlıklı olarak göç/göçmen temalı bu öyküleri yazmak kafanda var mıydı yoksa orada yaşadıkların, gördüklerin mi dosyayı şekillendirdi?
Kafamda olanlar niyetimi, niyetim ruhumu, yaşadıklarım da hepsini yönlendirdi. Beş senedir uzak göçmen, uzun zamandır mikro göçmen, daha da derine gidersem yedi nesildir göçmenim. Hal böyle olunca göçerlik konarlık, gurbet ve göçmenlik kelimeleri genelde benimle beraber. Kuruluşunda, yükselmesinde, işleyince doğrudan göçmenlerin olduğu bir ülkede yaşamaya başlayınca odağım buralara kaydı. Zaten aksi de pek mümkün değildi. Haliyle yazmaya çalıştığım öykülerde hesap yapmadığım halde o yönde denemeler oluştu ve devamı geldi.
“İnsan isteyince bir gölgeyi bile sevdiği birine benzetiyor,” diyorsun Güvercin adlı öykünde. Bu cümleyi okuyunca, yakın bir arkadaşımın anlattığı bir şey geldi aklıma. Şöyle demişti, askerde nöbet tutmak öyle bir şey ki aklına hiç olmayacak insanlar geliyor ve acaba şimdi ne yapıyordur diye düşünüyorsun. Bağlantı yok gibi gelecek belki ama bence senin cümlene “yalnızlık” eksenli bakarsak çok benziyor. Gurbetin en acı yanı kendini yalnız hissetmek mi acaba? Senin öykülerine bu “yalnızlık” duygusu ne kadar yön vermiştir? Karakterlerinin özüne sinen bir yalnız olma hali var sonuçta.
Bence verdiğin örnek ile benim kurduğum cümle birbirine akraba. Hakikaten Amerika’ya girerken bize doğru sırayı gösteren adam şu an ne yapıyor acaba diye düşündüğüm oluyor. Bunun yanında kendimizi bir yerde bir ortamda fiziken ve ruhen yalnız hissettiğimizde birini birine; yetmiyor bir gölgeyi, bir ağaç dalını, geldiğimiz yerdeki bir hatıraya benzetiyoruz. Alakasız gözüken insanları özleyebiliyor ya da çok merak edebiliyoruz. İnsanlar doğrudan görüştüğümüz biri olmasa bile bu olabiliyor. Gurbetin insanı kötü hissettirecek çok yönü var. Yalnız hissetmek büyük başlık. Uzun bir konu. Bu kelimenin, bu tarifin bırak yazdıklarımı; yürüyüşüme bile etkisi olmuş, kahve içişime bile yön vermişliği vardır.
Farklı öykülerde geçiyor “ev” meselesi. Amerikalı’da “İnsan evinden bir ay uzak kalır mı lan?” diye soruyorsun. Doğum’da “Evden uzak olunca akla çok soru geliyor. İnsan evindeyken belki sadece ne yiyeceğini düşünüyor.” diyorsun. Bir göçmen için ev ne anlam ifade ediyor? Üstünde dam olan, bahçeli bir yapıdan fazlası mı ev? Kendini evinde hissediyor musun mesela? Öykülerindeki karakterler genel olarak evinde hissetmiyor gibi geldi bana çünkü…
Ben hayatım boyunca toplamda on sekiz tane evde yaşamışım. Bunlardan hangisi ev? Bahsi geçtiğinde aklıma geliyor diye sürekli düşünüyorum. Üstelik ben de ev kuranlardan olduğum halde. Ev deyince aklıma çocukluğumun geçtiği ya da çocukluğumdaki insanların halihazırda olduğu yer geliyor. Bir yerli olmak geliyor. Oralı olmak. Yani bu dünyada her şey darmaduman olsa, herkes evine dönsün denilse galiba ben direkt annemin evine giderim. Oralıyım çünkü. Bu sorumsuzluk manasında kurduğum bir cümle değil. Aklıma gelen bu. Ve bundan dolayı otuz sene mortgage ödesen de orayı ev gibi hissetmediğin anlar oluyor. Yazdığım insanlar da benim gibi bence. Buralı olamıyorlar. Bu kahveciden kahve almakla, lokantaya gidebilmekle halledilecek bir mesele gibi de durmuyor.
Bazı öykülerinde dönüş planı yapan karakterler var. İyi Gelecek Şeyler Listesi’nde eve gelen tamirci, “Taa buralara geldik, değil mi, neticede biraz para yapıp memleketten ev almak lazım, yatırım yapmak lazım” diyor ve lafı Meksikalılara getiriyor. Meksikalılar ABD’de kazanıp yatırımı Meksika’ya yapıyorlar diye… Tabii oralar görece yakın coğrafyalar. Türkiye gibi farklı kıtadan giden bir göçmen için de bu böyle mi? Biraz para kazanıp dönmek hep gündemde var mı?
Gurbetten geriye dönme fikri göçmenliğin çağıyla hangi şartlarda göç edildiğiyle ve gidilen yerle ilgili bence. İstisnalar vardır ama insanlar Amerika’ya biraz para kazanalım da kasabaya ev dikeriz diye gelmez. Ha o insanlar varmış ama şu anki yeni nesil buraya doğrudan yaşamaya gelir. Eğitim için, mesleğini icra edebilmek adına ya da ülkesinde yaşayamadığından yaşamaya gelir. Haliyle burada yaşam sürer ara sıra evine gider gelir. Ama diğerlerinden farklı olarak gidebilecek bir yerinin olması onları hep mutlu eder, rahatlatır. Çünkü hiçbir Türk, yaşlanınca evi satayım da ufak bir eyalete gideyim, kendimce yaşayayım demez. Ya da huzurevi planı yapmaz. Ya da Walmart’ta çalışayım iki insan göreyim diye içinden geçirmez. Gidecek yeri vardır, bu da onları rahatlatır. Bunlar benim Amerika gözlemim. Almanya’ya ilk gidenleri hepimiz biliyoruz. Tek bilmediğimiz son senelerde ülkemizden başka ülkelere göç eden eğitimli insanların durumu. Bazısı siyasi bazısı maddi sebeplerden gelmişler de dönmekle ilgili takvimleri ne bilmiyoruz. Bilemeyeceğiz de. Çünkü henüz çok yeni ve bu gelenler 60’larda gelen işçilerden değil. Uzattım ama değişiklik gösteren bir konu.
Öykülerinle ilgili teknik bir detay var aklıma gelen. Bu soru aslında önceki iki kitabın için de geçerli olabilir. Genelde birinci tekil şahısla yazmayı tercih ediyorsun. Bu özellikle tercih ettiğin bir anlatım biçimi mi yoksa yazı mı seni oraya çekiyor?
Elim ona yatkın. Rahat ediyorum. Daha etkili olabileceğime inanıyorum. Ve mesafesiz buluyorum bunu. Bazı anlatımları bir okur olarak etkili bulmuyorum. Bir hikâyeyi gerçek ya da gerçeğe yakın anlatıldığında etkili bulup kendince de gerçek anlatabilmeyi önemsiyorum ve “ben anlatıcı” buna en uygun olanı. Tabii ki riskleri var. Bu risklere razıyım ben. Bunu iyi yaptığımı düşünüyorum. Ki bu dosya genelin dışında, mecburen ben anlatıcı olacaktı çünkü satır aralarında ben Halil olarak bulunuyorum ve bunu kendime kalan bir hatıra olarak değerli buluyorum.
Seni sanırım ilk yazdığın öykülerden bu yana takip eden birkaç kişiden biriyimdir. Kısa, bazıları da çok kısa öyküler olmak üzere epeyce öykünü okumuşumdur. İlk kitaptaki öykülerle bu kitaptaki öyküler arasında bile hacimce fark var. Öykülerinde bir genişleme, daha katmanlı bir anlatım ve yoğunluk seziyorum. Bu gidişat kendiliğinden mi oluyor yoksa sen özellikle öyküler üzerinde “şunu şöyle anlatayım” diye düşünerek öyküleri genişletme anlamında bir çabanın içerisine giriyor musun? Buna bağlı olarak da gelecekte acaba Halil Yörükoğlu okurlarını novella veya roman bekliyor mu?
Maalesef bilinçli bir çabam yok. Okumaya yazmaya ve öykü düşünmeye devam ediyorum. Seninle ya da birkaç kişiyle öykü üzerine zaten konuşuyoruz. Elimizden geldiğince izliyoruz okuyoruz. Tavsiyeler alıyoruz ama en çok da deniyoruz. Teşekkür ederim, oluyorsa böyle oluyordur. Kutsamıyorum ama yazmanın doğal bir eylem olduğunu düşünüyorum. Beslendiklerinden, dertlerinden, bu hayattaki duruşundan dolayı kafana bir konu, bir durum takılır; sonra o aklında dolaşır ve birden yazıverirsin. Ha sonra eksiklik, fazlalık bakarsın ama bence bu kadar. Gerisi denemek, uğraşmak. Bir novella çalışmam var. Edebiyattan yazma anlamında bu ara uzağım. Yakınlaşınca o dosyaya gideceğim.
Son soru: Amerikalılara sulu yemekleri, mesela taze fasulyeyi sevdirebilir miyiz sence?
Abi sevdirebiliriz ama zaman alır. Uzun süre yemek dağıtmış biri olarak buradaki yemek meselesine hakimim. Nerede, kim, ne yiyor; hangi mutfaklar var az buçuk biliyorum. Bu konu dahil genel mesele şu: Amerikalı kim? Bunu hemen söyleyemeyiz. Evet, akla gelen bir tip var ama öteki de var. Herkes Amerikalı olunca kime göre genelleme yaparız bilmiyorum. O yüzden Afro- Amerikan fasulyeyi yer, Meksikalı da yer ama beyaz bir köylü yemeyebilir. Ama o beyaz köylü Meksikalı fasulyesine de müptela olmuştur. Ya da taze fasulyeyi bir Yunanlı “fasulyaki” diye getirse yiyebilirler. Hepsi genel resimde kültür olarak burada var olmaya ve bu ürünleri tüketime sokmaya bakıyor. Ha sen buralara gelirsen bir esnaf lokantası açabiliriz. O da başka bir ihtimal…
edebiyathaber.net (23 Nisan 2024)