Bir edebiyat eserini beğenmemizin birçok nedeni var. Elbette nesnel kriterler önemli ancak bir kitapla olan öznel etkileşimimiz çoğu zaman tüm kriterlerin önüne geçebiliyor. Bir eserle yakınlık kurabilmek, kendimizden bir şeyler bulmak öznel nedenlerin en başında geliyor. Bu yakınlık duygusu benzerliklerden değil aksine farklılıklardan doğuyor. Alıştığımız, bildiğimiz dünyadan, karakterlerden, hikâyelerden farklı yaratılarda buluyoruz bu yakınlığı. Yazarlar yeni bir dünya yaratırlar, yeni insanlar, mekanlar, her seferinde bizi şaşırtan hikâyeler. Bambaşka bir dil ve bambaşka bir sesle. Yazarın gözüyle, duygularıyla, düşünceleriyle farklı bir yerden bakarız her şeye. Ama sonra, hikâyelerin sonuna geldiğimizde, bir de bakarız aslında ne kadar da bize benziyordur anlatılanlar, ne kadar da bizden bir şeyler vardır. Sanki bizim hikâyemizdir anlatılan. Sevdiğimiz kitapların kahramanlarıyla, bizden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, özdeşlik kurmamız bundan değil midir, o kahramanlarla kitap bittikten sonra bile birlikte yaşamaya devam etmemiz… Kendimize ve yaşama başka bir yerden bakınca içimizde taşıdığımız ne varsa nasıl da değişiyor, dönüşüyor. Belki de bu değişim ve dönüşümdür edebiyatla bizi bu kadar yakın kılan.
Işıl Aydın’ı ilk öykü kitabı Cemal ve Soysuzluk ile tanıdım. Diline ve kurgusuna hayran olduğum bir yazar bulmanın sevinciyle ikinci kitabını beklerken bu kez bir romanla çıktı okurlarının karşısına. En Uzun Yol mart ayında Kafka Yayınları tarafından yayınlandı. Charles Dickens ve Paul Auster gibi pek çok yazarın eserini dilimize kazandıran Işıl Aydın, yaşamının yaklaşık on yılını dünyanın farklı coğrafyalarında ve kültürlerinde geçirmiş. Farklı coğrafya ve kültürlerden edindiği deneyimler kadar yıllar içinde biriktirdiği edebiyat deneyimi, karşımıza özgün bir yazar çıkarıyor. Türk edebiyatının da yepyeni bir ses kazandığını düşünüyorum.
Işıl Aydın, Cemal ve Soysuzluk öykülerinde olduğu gibi En Uzun Yol’da da masalsı ve fantastik bir dünya sunuyor. Bu dünyanın günlük yaşamımızla çok benzerlikleri var ama Aydın’ın anlatım dili hikâyeyi fantastik bir yere taşıyor. Roman şu cümlelerle başlıyor ve yazarın okuru nasıl bir dünyanın içine çektiğini fısıldıyor:
“Gözlerimiz gittiler. Uzak bir boşlukta kırpılmadan yaşamak için yollara düştüler. Biz kaldık. Bu bizim ısrarcı ikametimizin öyküsü.”
Işıl Aydın romanında alıştığımız ya da kabullendiğimiz her şeyin ötesinde bir yaşama dair olasılıkların peşinde bir hikâyeye imza atıyor. Bu romanın dili ve anlatımı kadar karakter ve mekân tasvirlerine, kurguya ve diyaloglara da yansıyor. Günlük yaşamımızda kullandığımız sıfatların ve anlamların ötesinde bir dünyanın içine giriyoruz En Uzun Yol’un ilk satırlarından itibaren.
Romanın ana kahramanları anlatıcı ve dostu Ananda. Anlatıcımız bazen ben bazen sen anlatıcı oluyor. Bazen dostu Ananda’ya seslenerek anlatıyor yaşananları, bazense Ananda hikâyenin anlatılan karakterinden biri oluyor. Ananda, ismi kadar sıra dışı bir karakter. Mavi gözleri, sarı saçları gibi fiziksel özellikleri ve karakter özelliklerinden romanın birkaç yerinde söz edilse de ne Ananda’nın ne de anlatıcımızın cinsiyetine dair pek bilgi verilmiyor. Cinsiyet, toplumun ve devletin cinsiyete yüklediği her türlü tanım ve sıfat bu romanın dünyasında yok. Çünkü cinsiyet de yaşamlarımızı şekillendiren etmenlerden biri ve belki de tam da bu yüzden bu roman da bunların yeri yok. Romanda sık sık adı Küçük Prens ve Şahmaran’ın Cansab’ı üzerinden Ananda ve yaşanan hikâyelere göndermeler yer alsa da ben okurken Ananda’nın pekâlâ kadın bir karakter de olabileceğini düşündüm. Bu romanı özel yapan nedenlerden biri de bu: toplumun tanımladığı cinsiyet ve ilişki biçimlerinin ötesinde aşk ve dostluğun, sevgi ve tutkunun, acı ve hüznün birbirinin yerine geçtiği bir ilişkinin ve bu ilişkinin üzerinde ilerleyen bir arayışın hikâyesi En Uzun Yol. Ananda, anlatıcı kahramanımız için her şeyin ötesinde bir arayışı simgeliyor. Anlatıcı kahraman, Ananda’nın peşinde kendine, yaşama, dünyada olup bitenlere, gerçeğe, doğa ve insan ilişkisindeki insanın aczi ve çaresizliğine dair bir arayışın içine de giriyor.
Işıl Aydın’ın anlatımı ve dili de bu arayışın bir parçasına dönüşüyor. Anlatıcı kahramanımız okuru sık sık kendi sorularına ortak ederek ilerliyor En Uzun Yol‘da:
“Bu dünyaya ayrılmaya mı geldik? Bu dünyaya ayrılıp da mı geldik? Ana babalar kendi ana babalarından doğamadan mı bizim ana babalarımız oldular? Sahi bu dünyada kim kimdik? Sınır neredeydi? Ben nerede bitiyordum da öteki başlıyordu? Fay bu yüzden mi vardı? Mevsimler neden böyle çabuk dönmüş ve yine yaz gelmişti? Yoksa en uzun yol yaz mıydı?”
“Yer yarıldığında düşmeden denize tutunabilir mi insan? Muson yağmurlarına hısım yaşlar dökebilir mi?”
Doğanın tanımı hepimiz için farklı. Çocukluktan yetişkinliğe ve sonra yaşlılığa ilerlerken bu tanım dönüşüyor. İnsanlığın yarattığı sistem her şey gibi doğayı da hüküm altına almaya çalışarak hayatlarımızın bir parçası yapıyor. Oysa doğanın neredeyse bir parmak kımıldatmasıyla milyonlarca insanın yaşamını ters yüz eden gücüyle karşılaştığımızda doğayla yeni bir ilişki tanımlamak zorunda kalıyoruz. Bu öyle sarsıcı bir karşılaşma ki o güne kadar bize öğretilenleri ve öğrendiklerimizi sıfırlayıp, yaşama bu öğretiler üzerinden değil doğayla kurduğumuz yeni etkileşimler üzerinden bakmaya ve öyle yaşamaya başlıyoruz. İşte bu büyüleyici bir yolculuk. Doğa hem katıksız bir özgürlük vaat eden sonsuz seçenekler hem de yaşamanın en basit en sade yollarını sunuyor. En Uzun Yol, Ananda’nın peşinde doğanın bize sunduğu olasılıkları ve bu olasılıklar üzerinden yaşamı sorguluyor. Işıl Aydın, En Uzun Yol üzerinden yaşam ve doğanın sınırlarının ötesine geçebilme ihtimalini sorguluyor. Böylece yeni bir insan olarak doğabilme ihtimali de sorgulanıyor.
“Yıllar böyle geçti. Soluk alıp verişimizin hayat manasına geldiğine inanmaya ve diğerlerini buna inandırmaya çalışarak.”
Dağlar, denizler, bulutlar, ağaçlar, güneş, karşımıza çıkan canlı cansız her türlü varlık, kediler, köpekler, sincaplar, kelebekler insan olarak bizden ve yaşadıklarımızdan daha gerçek olabilir mi? Dolunayda denizlerin yükselişi, depremler, kasırgalar, sonbaharda yaprakların dökülmesi, ilkbaharda doğanın uyanması. Doğanın yeraltından ve gökyüzünden gelen sesi. Rüzgâr ve yağmurun söyledikleri. Belki en çok da ağaçların kıpırtısızlığının sesi. Kendi içine açılan çiçekler. Bir orman gibi tek bir ağaç. Bizden daha gerçek olabilir mi?
“Nihayetinde gerçek sandığımız, anlatıldıkça çoğalan bir canlı değil miydi?”
Ananda’nın büyükannesi Sine, gerçek sandıklarımızın gerçek olmadığına dair masallar anlatıyor sık sık. Kanatlı kadınları anlatıyor mesela, öyle büyük ki kanatları evlere sığmıyorlar. Belki tüm insanlık bir ağacın meyvelerinden çoğalmıştır, diyor Sine’nin masalı. Bir yıldızdan kopup yeryüzüne düşen biri ile arkadaş olunabilir mi? Ve onun gidişi bir kara deliğe dönüşebilir mi?
Gerçek, Ananda’nın gözlerinden görünen dünya ise bizim Anandamız nerede?
En Uzun Yol, ötelerde bir yerlerde bir şeyler olduğunu fısıldıyor. Bir ağacın kıpırtısızlığının sesiyle.
En Uzun Yol, doğa ve insan ilişkisine bambaşka bir pencereden bambaşka bir bir dil ve söylemle bakabilir miyiz, diyor okuruna. Işıl Aydın üzerine çok konuşulacak bir roman armağan ediyor edebiyatımıza.
edebiyathaber.net (24 Nisan 2024)