Geceden gündüze doluyoruz, farkında mısın bilmem?
Sustukça konuşuyorsun bende. Bunun gecesi gündüzü yok.
Bir ırmak gibi çağıldıyorsun içimde, sesi de sessizliği de bir.
Dağlarının ırağındayım, bilmesen de olur; sendeyim, yani “biz”deyiz.
Gecesi de gündüzü de bir; en uzun günü beklemeye gerek yok.
“Yüzüstü mü bıraktılar seni,” demeye kim cesaret edebilir?
Sahi, mevsimsiziz seninle “biz”; aramayız da artık geceyi gündüzü.
Bırak, kervanlar geçsin ötemizden, yanardağların lavları nafile; kül olan ne, sahi onu sormalı “biz”e! Korlamak niye? Bırak yansın ateşler, büyütür sevdayı bu da içimizde.
Bir “masal” gibiydin bana, “biz”i anlatandın; hem geceye hem gündüze fenerdin.
Bir pars gibi gülüşün vardı, omuzlarından severdim seni; dilinin tadından bir de. Güllerin saklıydı gülüşünde, nazenimdin benim öylesi ânlarda.
Gittiğin yerde değildim, başka sözler vardı orada.
Herkese dost olamaz insan, böylesi günlerde kanıtlanır bu da.
Bahçesiz gül, mermerde ölüm çelengi; ivmesi yok bu aşkın, her yerde de görülmez.
Adını koymak gerekli mi sonra; sensiz olmayan şeyi “biz”leştirmek…
Nafile deme; sözden başka sesine kavuşacak ne kaldı bize.
Tanrısızlaştırarak sevdim seni, birbaşınalığım ondan. Ateşlerden baktım “biz”e.
Artık sayılarla anılıyor Ortadoğu’da ölüler; kangütmeyi aşka benzetiyor, bir de kutsuyorlar oğullarını kızlarını.
Şimdi nereden başlamalı senin unuttuğun şarkıyı söylemeye bilemedim.
“Aşktın sen kokundan bildim seni,” diyordu şair. İşte tam da sözün başladığı yerdi orası “biz”im için.
“İki alev gibi yürüdük sokaklarda,” bir ezgi değildi artık; her adımda seni taşıyan sözlerin kanat çırpışıydı.
Sesindeki yergiyi unutalı çok oldu, sevince gülümseyen bakışın çok taze, ruhumu alevlendiren ellerin bir yuva sıcaklığı bana; dem çeker gibi “hû” diyen sözlerindeyim.
Dağını unutsan da, gölgesinden bakıyorum sana. Ne netameli şey, ayrıksı bakmak senin göğüne; günü lekeleyen bulut, bir gözyaşı damlası artık; ezeli ve ebedi olanı anlatıyor bana Mecnun’luk olma hali.
Ay doğar, gül muradına erer; sesi yabanda olan bekler kuşluk güneşini, bilir ki; insan kendi sesinde ancak yalnızlığını anlayabilir. Bunu “hikâye” etmeye gerek yok, sesimi sana göre ayarladım “biz”i görebilmen için.
Öyle fütursuz bakma; kaç hayat daha var önümüzde, kaç bahar, kaç kış… Yeğin tut sesini… Birisizlik baş edilebilen bir tutku aramızda. Kime anlatsan, ayazda kar yer gibi olur; sesine ayar vermek ister sonra! Kilitleri bozsan nafile, pas tutan ne bunu görmek gerek. Açılmayan sahi hangi kapı, görülmeyen hangi pencere?
Günleri saymaya başladım seninle, bir milat gibi aklımda tuttuğum tarih; senin doğuşuna denk geliyor. Ne kadar ötelersen ötele, hafızasız kalmak ağrıma gidiyor. Şunları söylemiyor muydu ezgin bir yürek:
“Uzun günlerde bizi sorgusuz ekerler
o eğri doğru sıralara,
yıldızlar kaybolur. Tarlalarda
ya serpilir ya telef oluruz, seçeneksiz,
yağmurun eline kalmışızdır, ışığın eline,
en sonunda da.” (*)
Kışlakta değiliz elbette; tarlada ekinde de…Gene de dört mevsimin hatırlattığı yer burası.
Gittiğinde yağmur vardı, üzüldüğünde rüzgâr, celâllendiğinde yaz güneşi, döndüğünde hazan yaprakları olacak bahçemizde. Unutsan da, gülemezsin bunlara. Hoyrat bakışı kim saklar ki; sesini kıs parıltılı bakışın, gizle elemli sözleri, ötele acısını duvarsız evin… Geçitte bekleyen avcıyı kime anlatırsın bundan böyle bilemem! Sözüm ona dem çeken bir meczup, ötelemeden çağrısını dur. Tarumar olan ne, bunu da unut. Öyle ya, en kolay yoldur birini yaftalamak. Sonra da elem çarşılarında gezinmek, mutsuzluk labirenti çizmek el yordamıyla; ağlayışlar biriktirmek aykırı gülümseyişlerle. Ne yaman çelişkidir, dağını ve göğünü aynı ânda unutmak!
Hadi, sende anlat bana:
Bir Ezop masalı gibi olsun, Heraklitos yinelesin şu sözünü: “Değişmeyen tek şey, değişimdir.”
Dudağında gül, elinde fesleğen; bakışları senden yadigâr alev kessin. Unuttur hadi bana kendini, de ki:
“Bu masal ‘biz’siz söylenmesin.”
De ki:
“Bu şarkı, ‘biz’i anlatsın.”
Yeğin dur, evet:
“Kan var bütün kelimelerin altında,” şimdi, bahçemizde kuş sesleri…
“Unutma ki
İnsanlarımız gibi aşkımız da
Kazılarla bulacak kendi güneşini.” (**)
…
Ve cennetinden kovulanın öyküsünü bana anlatmamı istiyorsun şimdi. Yaban sözler ederek üstelik. Kapılara kilitler iliştirip sözü paslandırarak üstelik… Yakıştırmalar, elemler, savruntular çarşısından geçerek söylüyorsun bunları. Ölümden bir dil çıkarmamı, yok ediliş menkıbesi yazmamı istiyorsun. Görünen “biz”i silip yeni bir dil kurabilmek için göğünün rengine dönüp bakmanı diliyorum.
Cervantes şunu diyordu o kült kitabının “önsöz”ünde:
“hikâye hakkında, kötü söylersen karalanmaktan, iyi söylersen ödüllendirilmekten korkmadan, istediğini söyleyebilirsin…”
Öyle bir söz et ki; kutsayıcı olsun, her dem göğsümde taşıyayım, dönüp dönüp okuyayım.
Evet, iyi olmak istiyorsan, iyi söz et diyordu Mancha’lı Anlatıcı.
Şimdi, sanki oradayız “siz”inle sevgili okurum!
(*) Ingeborg Bachmann, Dar Zaman, Çev.: Mustafa Ziyalan, 1998, Varlık Yay., 64 s.
(**) Cemal Süreya, Sevda Sözleri, 2019, YKY., 333 s.
edebiyathaber.net (30 Nisan 2024)