Lacivert gecelerde kubbelere yaldız vuruyorum fırçamla, elimde bir demek ümitle.
Lubyanka’da İnemeyen Köpek isimli öykü, Gamze Güller’in son kitabı Zürafanın Bildiği[1]’nde yer almakta. Öyküdeki dil yer yer şiirsellik arz ediyor. Tıpkı yukarıda yer verdiğim örnekte olduğu gibi.
Yazar bir bilmece ile öyküyü başlatıyor. Metnin çeşitli yerlerine serpiştirilen bilmeceler kurguda yarattığı farklılık ile öyküyü renklendirmiş. Bu bilmeceler kahramanımız Bahadır’ın geçmişte ninesi ile arasında geçen konuşmalara daha sonra da mektuplaşmalara dayanmakta. Ninesi Bahadır’a “Sıra sıra odalar, birbirini kovalar,” bilmecesini sorduğunda kahramanımız muhtemelen bir çocuktur. Bahadır şimdi çalışmak, para kazanmak için Rusya’ya gitmiştir ve bir metroda seyahat etmektedir. Lubyanka ise Moskova’da Kızıl Meydan’ın kuzeydoğusunda yer alan metro hattının en kalabalık duraklarından biridir. Bahadır her gün evden işe, işten eve dönerken Moskova’daki en kalabalık bu metro hattını kullanmak zorundadır. Bahadır yerin altındaki koca bir kara yılana benzeyen metroya daha öncesinde hiç binmemiştir. Çok sevdiği ninesi ona bir vakit “Yeraltında kara çömlek nedir,” diye sorduğunda Bahadır’ın verdiği yanıt “tren” olmuştur. Bahadır şimdi ninesine verdiği bu cevabın ne kadar yanlış olduğunu hatırlar. Ninesi bilmecenin yanıtının “turp” olduğunu söylemiş; trenin de yer altında değil, aksine yer üstünde hareket ettiğini anlatmıştır. Tren dediğin ovayı, bayırı, dağı deler geçer. Köyleri, kasabaları evleri, ağaçları izleye izleye tıngır mıngır. Bu içinde olduğu şeyse yerin yedi kat dibindedir. Bahadır, burada in in bitmeyen merdivenlerden sonra, hantal, gıcırdayan, zamanın durduğu bu metal yollarda öpüşen çiftleri, sarhoş insanları görüp, onlara şaşkınlıkla bakınca ev arkadaşı Bayram onu dürtükleyip bu duruma zamanla alışacağını söyler. Dilini bilmediği, kültürünü tanımadığı bu coğrafyada Bahadır etrafında gördüğü şeylere kimi zaman şaşkınlıkla kimi zaman hayranlıkla bakmaktadır. Yeraltındaki istasyonlarda gördüğü tablolar, işlemeler, heykeller ve avizeler adeta müzeleri andırır.
Kahramanımız -ev arkadaşlarının aksine- yeni dahil olduğu bu farklı kültür ortamından uzaklaşmak yerine her bir farklılığı kendisi için eğlenceli, keyifli bir hale dönüştürür zamanla.
Ninesinin “Kuyruğu var at değil, kanadı var kuş değil,” dediği uçağa ilk defa binip Rusya’ya gelen Bahadır artık dünyanın en tekinsiz şehrindedir. Bahadır, cüzdanını çaldırınca bunu acı bir tecrübe ile anlar.
Moskova’daki ev arkadaşları Bahadır’ın Rus diline ve kültürüne hayranlığını onunla kolayca dalga geçme vesilesi olarak görürler. Operaya giden Bahadır’ın oraya gitme nedenini operadaki kızlara bakma çabası olarak algılayan ev arkadaşları müzelere, konserlere, operalara gitmek yerine parasını boşuna harcamaması gerektiğini ona söylerler. Arkadaşları günlük hayatta işine yarayacak kadar Rusça bilmenin yeterli olduğunu, hatta küfür etmeyi öğrenmesinin daha yerinde olacağını söylediklerinde Bahadır onlarla aynı fikirde değildir.
Bahadır Moskova atmosferinde gördüğü her şeye hayranlıkla da bakmaz. Sabah akşam kullandığı metro istasyonunun vagonlarından burnuna gelen içki kokusu, dünyanın en kalabalık metro ağı olan Moskova Metrosu’nun vagonlarındaki mide bulandırıcı kokular, vagonların kımıldanamaz derecedeki sıkışıklığı zaman zaman Bahadır’ın da canına yeter.
Başlarda çok sevdiği ninesiyle telefon görüşmeleri yapan Bahadır, ninesinin “Ne ağzı var ne dili. Konuşur insan gibi,” bilmecesinden sonra ninesiyle mektuplaşmaya başlar. Mektuplardan ilki ninesine, ikincisi Bahadır’ın kendisinedir. Artık kimselerin kimselere mektup yazmadığı hız çağında Bahadır’ın ninesine yazdığı bu mektuplar çok içten ve çokça da şiirseldir. Metro denen bir tren var, yerin altında upuzun tünellerden geçip giden. Şehrin bağırsakları düğüm olmuş, açılmaz. Bir yol bir yolun üstünde, iç içe geçmiş senin karışık tığ işleri gibi. Sen nasıl şaşırmadan bir şişten diğerine geçiyorsan bu trenler de bir yoldan diğerine, bir istasyondan öbürüne saat gibi tıkır tıkır işliyor. Senin ipliklerin gibi rengârenk bunların hatları da. Yeşilden maviye, sarıdan kırmızıya… İniyorsun, bir daha biniyorsun, iniyorsun, bir daha. Dantel gibi işlemişler yerin altını. Köstebek misali aşağıdan her yere gidiyorlar…
Kahramanımızın sabah akşam kullandığı metro hattını sadece öğrenciler, memurlar, yaşlılar, sarhoşlar, evsiz barksızlar, hırsızlar kullanmaz. Yazarın her günkü seyahatlerinden birinde rastladığı bir köpek de bu hattın müdavimidir. Ninesine yazdığı mektupta bu köpekten de bahseder Bahadır. Geçenlerde şu yeraltı trenine bindiğimde bir de ne göreyim. Orta yerde bir köpek yatıyor. Bizim Karabaş gibi irice bir köpek. Kimse de yadırgamıyor iyi mi. Tenhaydı ortalık. Boş yer vardı, oturdum. Başladım izlemeye. İnsanlar gelip geçiyor yanından, bizimki hiç aldırmıyor. Şöyle bir başını kaldırıp süzüyor etrafı, sonra uyuklamaya devam ediyor. Dahası kimsenin umurunda değil. Derken vagon iyice kalabalıklaşmaya başladı. Biraz huzursuz oldu bu, ayaklandı. Kalabalığın içinde ilerlemeye çalıştı ama nafile.
Bahadır’ın tedirgin halleri Moskova’ya indiğinde başlar. Memleketlisi Bayram onu havaalanında karşıladığında buradakilerin yabancıları sevmediğini söylemesi üzerine şaşırır. Moskova’ya geldikten sonra, öncesinde gülebildiği şeylere artık gülememektedir. Ve bu Moskova günlerinde yalnızlık beni sarar, ben onu saramam, kollarım yetmez diyeiçinde bulunduğu ruh halini kendine yazdığı mektuba ekler. Sarsıntılar içinde başımı soğuk demirlere yaslayıp aklımı dışarı kaçırmak, bedenimi de peşinden sürüklemek isterim. Beceremem, çaresiz, kalırım yine kendimle.
Moskova’da ve vagonlarda geçirdiği anlar onu Moskovalılardan biri yapmıştır. Artık onlardan biri gibi oluvermiştir. Onlar kadar renksiz giyinmeye ve onlar kadar ifadesiz bakmaya başlamıştır. Bahadır’ın bu hali önceleri dünyanın en tekinsiz yerinde kendini korumaya çalışmaktan ibaretken şimdi durum değişmiştir. Metroya bindiğinde çevresindeki sarhoşlardan, ürkütücü bakışlardan kendini korumak için hep tetikte olmuştur. Bir keresinde metro iki istasyon arasında durunca endişelenmiş, hızlanan kalbini ve daralan göğsünü sakinleştirmeye çalışmıştır. Metroda tek yalnız insan Bahadır değildir aslında. Bunu daha sonraları kendi kendilerine konuşan insanları görünce anlamıştır. Bu insanların kendisi gibi birer yalnız olduklarını görünce bunu açıklamaya çalışır. Bahadır “Bir gecede inandıkları her şey ellerinden alındığı için belki de,” diye cevaplar ve bunu ev arkadaşları ile tartışmak ister. Arkadaşları Bahadır’ın bu isteğini onunla gırgır geçerek cevaplarlar. Onların önem vermediği her şeye önem verip öğrenmeye çalışan Bahadır’ın arkadaşlarıyla uyumsuzlukları artık katlanılır boyutta değildir. Bahadır, yeni geldiği bu ülkenin sadece dilini bilmek istemez. Dili ile birlikte kültürünü, sanatsal faaliyetlerini de merak eder. Fırsat bulduğu her zaman diliminde sergilere, kültür sanat etkinliklerine, müzelere gider. Konserleri, bale gösterilerini kaçırmak istemez. Arkadaşlarına benzemeyen Bahadır sonrasında tek başına bir evde kalmaya başlar.
Bu arada nine ile mektuplaşmalar devam etmektedir. Bahadır mektupta “Hadi bu sefer de ben sorayım,” der ve ekler: “Mavi atlas, arşın yetmez, makas kesmez, terzi biçmez.” Moskova’da artık karlar erimeye başlamış, gökyüzü pırıl pırıl aydınlanmıştır. Kahramanımız mektubunda eskiye nazaran daha çok gezmeye başladığını söyler. Gezdiği yerlerde gördüklerinden ninesine bahseder. Bunlardan biri de matruşka bebeklerdir. Onların güllü elbiselerini sevgili ninesinin entarilerine, güzel yüzlerini de ninesinin nur yüzüne benzetir. Ninesini buralara getirip gezdiremediğinden yakınır. Bahadır, kendisi için önem ve anlam taşıyan her şeyi bu mektuplarla ninesine anlatmaktadır. Yalnızlığını ninesine yazdığı bu mektuplarla gidermeye çalışır. Bazı zamanlar yalnızlıktan kesilen nefesini böylece düzenlemeye çalışıyordur.
Kısa süre sonra Bahadır ninesini kaybeder. Ninesinin ölmesiyle onu geçmişe bağlayan son iplik de kopar. Öyküde Bahadır’ın ailesinden sadece ninesi yer alır. Onun anne ve babası ile ilgili bir bilgi bulunmaz. Bahadır’ın hep içinde taşıdığı korku, bu yalnızlık korkusu onun ninesinden başka kimsesi olmadığını gösteriyordur sanki. Kendine yazdığı bir mektupta Bahadır şunları söylemektedir: Korkuyu içimde taşırken, bu korku hiç yokmuşçasına ama hayatımı bu yüzden kısıtlayarak yaşamak, her adımda tedirginlik, her adımda bilinmeyene daha da yaklaşmak. İçimdeki ürpermeye rağmen, derin bir nefes almaya hasret, hayata ters yönde koşup duruyorum. Soğuktan, insanlardan, bakışlardan kaçarak kendim olmayan bir beni peşimden sürüklüyorum. Neden içime yuvalanan böcekleri kovalayamıyorum, neden bu sessiz siyah çığlıklar ciğerimi delip çıkamıyor, neden hala buradayım?
Bahadır’ın metroda gördüğü köpeği hiç aklından çıkaramaması kendi ruh hali ile köpek arasında bağlantı kurduğundan olsa gerek. Köpek de tıpkı kendisi gibi olması gereken yerde değildir. Gideceği yeri ya da ineceği durağı bilemeyen köpeğin gözlerinde gördüğü korku Bahadır için tanıdık bir korkudur. Bundandır ki metroya ne zaman binse bu köpeği gözleri arar olmuştur.
Kendisine yazdığı bir mektupta kafamın içinde çakıl taşları sağdan sola yuvarlanan, ağır günler, ağır geceler, yüreğim hayat yorgunu diyen Bahadır muhtemelen Moskova’ya gelmezden evvel deniz bulunan bir yerde yaşamış, oraları çokça özlemiştir. Ellerim gerçek aşkın tenine dokunmaya muhtaç diyen Bahadır, yanlış bir yerde bulunmaktan ya da yanlış hayaller kurmuş olmaktan şikâyet eder.
Rusya’nın Kızıl Meydan’a açılan noktalarından birinde Moskova’nın Sıfır Noktası yer alır. Eskiden Moskova’nın diğer şehirlerine olan uzaklığı bu noktadan hesaplanırmış. Ortasında bir halka bulunan bu noktada duran insanlar para atıp dilek dilerler. Bahadır buraya gelip halkanın tam ortasında durur. Kafası karışık Bahadır, bir türlü ne dileyeceğini bilemez. Halkanın içinden bir şey dileyemeden çıkar. Çünkü Bahadır nereye gitse her yere uzaktır. Aslında onun için her yer sıfır noktasıdır. Ve bu uzaklıkta Bahadır’a yakın olan tek varlık, ninesinden sonra, işte metroda gördüğü o köpektir.
[1] Gamze Güller, Zürafanın Bildiği, Everest 2024, İstanbul.
[1] Gamze Güller, Zürafanın Bildiği, Everest 2024, İstanbul.
edebiyathaber.net (1 Mayıs 2024)