Bir söyleşisinde; “Çok ciddiye almazsanız herhangi bir sanatı nasıl yapabileceğinizden emin değilim.” diyen Paul Auster 77 yaşında yaşama veda etti. Bu veda “öldü” anlamına kesinlikle gelmeyecek. New York Üçlemesi başta olmak üzere 2023 yılında yayımlanan Baumgartner romanı ile 34 kitaba imzasını atan Auster “Yaşamdan sonraki yaşam” önermesini her yazdığı hikâyede hafıza, hatırlama, unutma tematik unsurlarıyla işledi. Çağdaşımız olan ve çağımızı geçmiş zamanların alt yapısı ile çok iyi yazan dünya yazarı Paul Auster’ı okuyarak yaşatmaya devam edeceğiz.
Fötr şapkalı postmodernizm edebiyatı içerisinde kendi çizgisini ve eşiklerini belirleyerek, bu eşikleri sürekli aşarak dünya edebiyatına mâl olmuş varoluşcu romanlar yazan Paul Auster her yayınlanan kitabıyla çok etkiledi. Kendi hikâyesini yaratabilmesi, inşa edebilmesi böyle olmasında çok etkiliydi hiç şüphesiz. Onun her kitabını çok sevdik. Bu sevgideki payı tüketim, dijitalleşme, hız faktörleri gibi belli başlı önemli unsurları ile ilişkiye giremeyen, parçalara ayrılmış, dağılmış çağımız içinde kendisi kalabilerek yazabilme maharetinden geliyordu. Üstelik intiharla sekteye uğramış, oğlunun ölümle aniden yüzleşmek zorunda kaldığı özel yaşamına rağmen okumuş, yazmış, sürekli olarak masasından bağ kurduğu yaşamıyla çağdaş edebiyat unsurlarını geliştirmekten vazgeçmemiş bir yazardı O.
Dünya ile aynı anda bizde de 2023 yılında Can Yayınları’ndan Seçkin Selvi’nin nitelikli çevirisi ile yayımlanan Baumgartner, Paul Auster külliyatı içerisinde sadece son roman olarak değil, konusuyla, anlatım ve dil özellikleriyle çok önemli bir kitap olarak yerini alalı bir yıl oldu. Okumadıysanız mutlaka listenize almanızı ve okumanızı rica edeceğim. Baumgartner, Paul Auster’in kalemini nasıl ustalıkla kullandığının kanıtı niteliğinde.
“Neden bazı anıları hatırlar, bazılarını unuturuz?” sorusunun en başa tutturulduğu Baumgartner eşi Anna öldükten sonra 70 yaşında dul kalmış bir adamın (bir yazarın) hayatından iki yılı aktarıyor bizlere. Baumgartner “hücrem” diye nitelendirdiği odasında masasının başında otururken karşılıyor bizleri. Başka bir odadan bir kitap alması gerekirken kız kardeşini arayacağını söz verdiğini hatırlayan kahramanımızın burnuna gelen yanık kokusu kahvaltıdan sonra ocağın altını yanık bıraktığını aniden hatırlaması ile hızlıca mutfağa gitmesini izliyoruz.
“Baumgartner, ikinci katta, kimi zaman çalışma odam, düşünme odam, hücrem diye farklı adlar verdiği odadaki masasının başında oturuyor. Kierkeggard’ın takma isimleri hakkında yazdığı monografinin üçüncü bölümündeki bir cümlenin ortasında, cümleyi bitirmek için alıntı yapacağı kitabı dün dün gece yatmaya giderken alt katta, salonda bıraktığı aklına gelince elinde kalemle kalakalıyor. Kitabı almak için aşağıya inerken sabah onda kız kardeşini aramaya söz verdiğini anımsıyor ve saat ona yaklaştığı için kitabı almadan önce mutfağa gidip telefon etmeye karar veriyor. Ama mutfağa gitmeden önce keskin bir yanık kokusu duyarak olduğu yerde kalakalıyor.”
Bizi çalışma masasında, “hücrem” dediği odasında karşılayan Baumgartner için her şey o kadar hızlı bir şekilde art arda yaşanmaya başlıyor ki; ocağın üstünde unuttuğu kızgın yumurta tenceresinin sıcaklığını unutarak aniden kavrayan kahramanımızın eli çok kötü yanıyor. Aynı anda kapı çalıyor ve bir kurye bir kargo teslimatı yapmak üzere kapıda beliriyor. Ayrıca kapıda sayacı okumak için beliren bir görevli daha var. Günümüzün kısacık da olsa bir zaman dilimini böyle geçirmediğimiz bir anımız var mıdır acaba? Hiç yabancılaşma şansımızın olamayacağı çok tanıdık anların içinden kaleminin ucunu sivrilte sivrilte yazıyor Paul Auster.
Hikâye daha başlar başlamaz gerçekleşen -unutma ve hatırlama ekseninde ilerleyen- bu anlık hareketliliğin hızı baş döndürücü. Sürekli kesintiye uğrayan düşüncelerin yarattığı gündelik, sıradan kaos ilk 40 sayfa boyunca çok etkili anlatılıyor.
Varoluşçu bir yazar olan Auster, böylesine bir hız çağında ve gündelik yaşam akışında sağlıklı bir varoluş nasıl mümkün olabilir ki, sorusunu “hücre” sinden çıkmak istemeyen “ama mecbur” kalan, yalnız kalmış, dengesi bozulmuş, dağılmış bir karakter üzerinden gündelik küçük ayrıntı parçacıkları eşliğinde keskin gözlemlerle nefis bakış açıları ve anlatı detayları ile okutuyor.
Sadece düşüncenin sürekli bölünerek günlük koşturmaca unutma ve hatırlama rotasından değil, iki yıl öncesini, anne ve babasının Ukrayna’da doğduğu kasabayı ziyaretini de hatırlayan kahramanımızın geçmişiyle kurduğu bağ ile hem karakterin duygularına hem de geçmişe dair gölgede kalan tarafları da okuduğumuz Baumgartner, Paul Auster’ın son yayınlanan kitabı gözden kaçmaksızın okunması gerekiyor. Daha önce yazarın hiçbir kitabını okumadıysanız Baumgartner ilk tanışma kitabınız olabilir. Bu anlamda da gönül rahatlığı ile tavsiye ederim. Sonrasında zaten New York Üçlemesi’ni, Kırmızı Defter’i, Timbuktu’yu, Yükseklik Korkusu’nu, Kış Günlüğü’nü, Duvar Yazısı’nı okumak isteyeceksiniz.
Aynı söyleşisinde; “Sanatı yaratan şey sıkıntıdır” diyen Paul Auster sıkıntılarla dolu özel hayatına rağmen yazmayı bir an olsun bırakmamış bir yazar. Oğlunun intiharı ile sarsılan, torunun ölümünü de görmüş bir yazar olarak bir Fransız televizyonuna çok iyi konuştuğu Fransızcasıyla verdiği söyleşide Fransız ahlakçı ve deneme yazarı Joseph Joubert’in şu sözünü alıntılıyor: “Cana yakın bir şekilde ölmeli insan, ‘eğer mümkünse’” Çağdaş Dünya Edebiyatı’nın en varoluşçu, cana yakın, modernist anlatı ustası daima yaşamaya devam edecek.