Edebiyat Cadıları serisinin yirmi üçüncüsünde bir erkek cadıdan bahsetmenin şaşkınlığı içindeyim. Zira ikinci kez oluyor bu. İlki hiç şüphesiz, Romain Gary, namıdiğer Emile Ajar. Bunların dışında onlarca mahlası olan bir deli dâhi o, yani ‘Edebiyatın en Oyuncu cadısı’. Javier Marias’ya ise ‘Edebiyatın en Afili cadısı’ adını verdim. Çünkü fotoğraflarda bize hep afili bakan, kitaplar dolusu çalışma odasında ağzında sigara, elinde kalem pürdikkat yazan bir edebiyat cadısı o.
Tıpkı Romain Gary gibi birçok mesleği ve uğraşı olan yazardır Javier Marias. Köşe yazarı, çevirmen, roman, öykü, makale yazarı, polisiye meraklısı, futbol aşığı, sinema delisi… Ve tıpkı onun gibi yazmaya erken başlayıp erken bitirenlerden. Tek farkla, Romain Gary kendi elleriyle, Javier Marias covid nedeniyle bu dünyadan ayrılıp cadılar âlemine göçenlerden. Okuma ve yazma isteğiyle yanıp tutuşan bir cadı için ne erken veda! (1951-2022)
Yazar dostu Eduardo Mendoza, Marías’ın ardından şunları söyler: “Sesi, stili ve konuları o kadar kendine hastı ki, edebiyat dünyasında garip bir olay olarak ortaya çıktı. Javier Marías’ın yazıları başka hiç kimseye benzemez. Parodisini yapmak çok kolaydır ancak onun bir benzerini yazmak imkânsızdır.”
1951 yılında Madrid’de doğar cadımız. Babası, Ortega Y. Gasset’in çağdaşı, İspanyol düşünür Julian Marias’dır. İspanyol iç savaşı, cadımızın kitaplarına sirayet eden belli başlı konulardan biridir. Günümüz edebiyatının başyapıtlarından sayılan Yarınki Yüzün adlı üçlemesini, babasının savaş yıllarında yaşadıklarından hareket ederek yazmıştır Marias. İç savaş sonrası -faşist Franco rejimine bağlı olduğunu dikte eden belgeyi imzalamadığı için- babasının üniversitede ders vermesi yasaklanmıştır.
Romanları sayısız ödül aldı Javier Marias’nın, bazılarını reddetti. Nobel Edebiyat Ödülünün İspanya’da en muhtemel sahibi olarak görüldü ama olmadı. (Büyük ihtimal kabul etmezdi.) Eserleri elliye yakın dile çevrilen, dünya çapında sekiz milyondan fazla satan bir yazardır o. Bizde de farklı yayınevleri tarafından onlarca kitabı basılmıştır.
Tüm edebiyat cadıları gibi yaşadığı coğrafyaya sığamayan yazarlardandır Javier Marias. Bir söyleşisinde şöyle demiştir: “Ulusal edebiyatlara inanmıyorum. Yazdığınız dil önemlidir önemli olmasına ama gene de edebiyat söz konusuysa bu, ikincil sıradadır. ‘İspanyol edebiyatı’ diye bir şey yoktur. Açıkçası ben birçok başka ülkenin yazarına, yurttaşlarımdan çok daha yakın hissediyorum kendimi.”
Shakespeare hayranıdır cadımız. Birçok kitabı Shakespeare alıntısıyla başlar veya ilerleyen sayfalarda mutlaka ondan bahseder. Ayrıca Borges’in izinden gider ve romanlarında hakikat ve kurgu arasındaki ince çizgiyi iyice muğlaklaştırır. Ancak Jorge Luis Borges, Jorge Amado ve Gabriel Garcia Marquez gibi Latin Amerikalı yazarlardan çıkıp tüm dünyaya yayılan ‘Büyülü Gerçekçilik’ akımına yüz vermez. Tam tersine Şilili yazarlar Roberto Bolano, Alejandro Zambra veya ülkedaşı Enrique Vila Matas benzeri ‘Aşırı Gerçekçilik’ tarzında yazar metinlerini.
Peki nasıl yapar bunu? Gerçek olaylardan yola çıkarak ama onları ters yüz ederek. İster bireysel ister kolektif olsun, anlatıcıya, yaşananları istediği biçimde eğip büktürerek. Olayları değil onların insanlar üzerinde oluşturduğu izlekleri takip ederek; zamanı yavaşlatıp parça pinçik ederek; anıları ânlara dönüştürerek; düşünülenle söylenen, unutulanla hatırlanan, duyulanla şahit olunan arasındaki farkın altını çizerek. Sözlerin güvenilmezliğine, uçuculuğuna, yersiz yurtsuzluğuna dikkat çekerek…
Bunları -tüm edebiyat cadıları gibi- müthiş gözlem gücü, benzersiz dili, farklı kurgusu ve eşsiz duyarlılığıyla başarır cadımız. Fakat tüm edebiyat cadıları gibi nötr veya cinsiyetsiz bir dile sahip değildir Javiar Marias, romanlarında epey eril cümlelere rastlanır. (Bunu belirtmemek diğer cadılarımıza haksızlık olur.)
Marias’nın cümleleri, paragrafları sayfalarca sürer, arada virgüller, tireler havalarda uçuşur. Ve tekrarlarla doludur. Evet, fazlaca tekrar yapar yazarımız, çünkü ona göre hayat, tekrarlardan oluşur. Ve kaçınılmaz olarak tesadüflerle doludur. Yazarken muradı, olayları çizgisel ilerleyen zamanda anlatmak değildir cadımızın, o olayın şahidi olmuş ya da tesadüfen birilerinden duymuş insanlar üzerinde yarattığı etkiyi veya tepkiyi döngüsel zamanda derinlemesine analiz etmektir.
Gelelim 1992 yılında yayımladığı Beyaz Kalp’e. Ülkemizde 2016 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından basıldı roman. Çevirmeni, Bülent Kale. Bu vesileyle Bülent Kale’ye teşekkürlerimi iletmek isterim. Zira böylesine çetrefilli bir kalemi Türkçeye çevirmek bir hayli zor olsa gerek. Ve elbette Yapı Kredi Yayınları’na da. 2015’den 2022’ye değin on tane kitabını bastı yayınevi, müthiş bir Javier Marias külliyatı bu. Biz edebiyatseveler için ne büyük mutluluk!
Adını Shakespeare’den alan roman, onun Macbeth’de geçen şiirsel bir sözüyle başlar: “Ellerim senin renginde; ama bu kadar beyaz bir kalp taşımaktan utanıyorum.” Çünkü Lady Macbeth biliyordur artık, Duncan’i kocasının öldürdüğünü. Cinayete şahit olmasa da sonucu gözleriyle görmüş ve ister istemez Macbeth’in suç ortağı olmuştur. Marias’ya göre Lady Macbeth’i suç ortağı yapan şey, ne onun kışkırtmaları ne elini Duncan’ın kanına bulaması ne de sonrasında yazacağı hikâyedir. O suç ortağıdır çünkü “I have done the deed” cümlesini duymuştur, çünkü biliyordur artık.
Ve hemen ardından şu müthiş sözle devam eder roman: “Bilmek istemezdim ama artık biliyorum.” S:9 Sonrası sayfalarca süren bir paragrafla sürer de gider.
Tüm yapıtları gibi ölüler ve onların nesiller boyu süregelen hayalet yaşamları vardır Beyaz Kalp’te. Ve o ölülerden doğan kuşakların hiç bilmediği hatıraları, sırları, günahları vardır. Ve fakat Pandora’nın Kutusu bir kez açıldı mı değişir her şey. İstemeden ve beklemeden duydukları o ağır yükleri sırtlamak zorunda kalır çocuklar, torunlar ve kaçınılmaz olarak ebeveynlerinin suç ortaklarına dönüşürler.
Peki nedir, roman kahramanı Juan’ın bilmek istemediği şey? Otuzlu yaşlarda, yeni evli bir adamdır Juan. Marias’nın tüm roman kahramanları misali çevirmendir. Karısı Luisa da çevirmendir, zaten bu sebeple karşılaşmışlar ve birbirlerini yeteri derecede tanımadan (Juan’ın ısrarıyla) evlenmişlerdir. Çok geçmeden evliliğini sorgulamaya başlar Juan. İşi gereği uzun seyahatler yapmaktadır ve her eve dönüşte bir yabancı gibi hisseder kendini. Luisa, ya eşyaların yerini değiştirmiştir ya yeni eşyalar almıştır. Yani evi de, karısı da beklemediği bir dönüşüm halindedir. Bu hareketlilik iyi gelmez Juan’a. Her seferinde, düğün günü babasının onu bir kenara çekip söylediklerini hatırlar: “Güzel, artık evlendin. Peki ya şimdi?” S: 73
Hiç yaşlanmayan ve hep yakışıklı kalan zeki, entelektüel babayı -Juan doğmadan önce- bir günahkâra çeviren sırrı, otuz beş yaşında öğrenir oğlu. Yine istemeyerek ve yine tesadüfen. Bu kez karısının itelemesi de söz konusudur. Şöyle düşünür: “Belki şeylerin -kendilerinin de anlatılmak istenen bir zaman gelir, belki artık dinlenmek ve sonunda bir kurguya dönüşmek istedikleri için.” S: 205 Juan bu cümleyle duyacaklarının ağırlığını hem anlatıcı Villalobos hem karısı Luisa ve hem de kendi üzerinden atmak ister. Onlarınki bir suç ortaklığı değildir artık, çünkü babasının yıllardır sakladığı sırrı, bir başkası tarafından hikâye edilerek kurguya dönüşmüştür. Karısının deyişiyle: “Her şey buralarda bir yerde geri çağrılmayı bekler.” S:205
Roman, birbirine benzer üç olayın -hepsi Juan’ın tesadüfen duymasıyla başlar- izini sürer. Birincisi, karısıyla balayı için gittiği Küba’da bir otel odasında cereyan eder. Sıkıntıyla balkondan dışarıyı izleyen Juan’ı, Madrit’ten gelen evli sevgilisi sanan Kübalı Miriam’ın ona ettiği küfürlü sözlerdir bunlar. İkincisi trafik kazası sonucu sol bacağı aksak kalan çevirmen arkadaşı Berta’nın -ne idüğü belirsiz bir adama- pornografik videolar göndermesine, istemeden dahil olmasıdır. Üçüncüsü ise babasının herkesten sakladığı sırrını, yıllar sonra bir başkasından duymasıdır. Üç olayın da ortak teması şudur: Saklanan, üstü kapatılan, unutulmaya terk edilen sırlar ve tesadüfen duyulduğunda doğru mu yalan mı olduğu asla bilinmeyecek günahlar.
Beyaz Kalp’in odak noktası -bence- ‘Bir insan sevdiği, arzuladığı veya takıntı haline getirdiği biri için neler yapar veya nelerden vazgeçer’dir. İlginç olan şu ki, yazarımızın çoğu romanının odak noktası tam da budur işte. Örneğin Karasevdalılar. Yine aşk yine cinayet yine gizem ve yine tesadüfen duyulan ama bilinmek istenmeyen sırlar. Ve daima hakikatle kurgu arasındaki o muğlak çizgi.
Bir söyleşisinde şöyle der cadımız: “Alice Munro’ya çok hayranım. Patrick Modiano’ya (İspanya’da ilk kez 1980’lerde benim tavsiyem üzerine basılmıştı) ve Julian Barnes’a hayranım.” Ne yazık ki iki yıl önce Javier Marias’ı, 13 Mayıs’ta Alice Munroe’yu kaybettik. Sevindirci olan şu ki, isimleri edebiyat dünyasından katiyen silinmeyecek ve eserleri nesiller boyunca okunmaya devam edecektir.
Bu dünyadan göçen tüm eşsiz cadılara bin selam olsun.
edebiyathaber.net (18 Mayıs 2024)