“Rüyanın Oltasında” Yakala(n)dığımız Öyküler
“Saniyelerden, dakikalardan, günlerden, aylardan hatta mevsimlerden ve yıllardan mayıstı. Kemiklerim hafifçe ısınarak, eski mayısları ve de ağustosları düşleyerek İstanbul’un köylerinden birinde yürüyordum.” demeyi çok isterdim. Ama biri benim yerime demiş bile: Nisan Erdem. Bazı yazarlarla yolunuzun kesişmesi tesadüf eseri değildir. Onların öyküleri bazı yollarda yoldaş olur size.
Hüzünlü bir yolculuktan geriye kalan o “Mektup” öyküsündeki gibi: “Zamanın her şeyi hiç eden yakıcılığında ilerliyor tren. Gece. Trenin gürültüsüyle sallanıyorsun. Kocaman mı yoksa küçücük mü olduğuna hâlâ karar veremediğin şu dünyanın bir köşesinde, toprağın üzerinde yılan gibi ilerliyorsun. Dünya karanlık.”
“Fanilik” kavramının önemini bir kez daha idrak ettiğim şu günlerde karşılaştım Rüyanın Oltasında’yla. “’İnsan çok iyi bildiği şeyden özgürleşirmiş,’ diyordu zaman üzerine bir öykü. Ancak insan her şeyden özgürleşse dahi ölümden ve ölüm düşüncesinden özgürleşemezdi. Çünkü sonsuzluğu ve yokluğu asla bilemezdi. Zihni ve algısı faniliğe mıhlıydı.”
“Düşündükçe bir öykü oluyorum.”
Çiçeği burnunda bir kitap Rüyanın Oltasında, Nisan Erdem’in ikinci kitabı. Erdem, genç bir öykücü. “Otuz yaşıma çok az kalmıştı. Hayatı çok seviyordum. Karanfilleri,
türküleri, hasta olmasam da nane limon içmeyi ve hayattaki tüm küçük detayları seviyordum.” demiş öyküsünde. 19995 İstanbul doğumlu. Boğaziçi Tarih Bölümü’nden mezun. Aynı okulun Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. Gör İhtarı yazarın ilk kitabıydı. Şimdi de bizlere Rüyanın Oltasında’n sesleniyor. Kimi zaman denemeye, kimi zaman şiire değen bir dili var öykülerinin. Öykülerine, yer yer fotoğraflar ve illüstrasyonlar da eşlik etmiş kitapta.
Kitap iki epigrafla açılıyor. Rüyanın, gerçeğin, faniliğin, ölüm korkusunun etkilerini ruhumuza nakşediyor adeta. Bir “bütün” denebilir. Birbirine göz kırpan metinlerin hepsinde bir ortak nokta var: anlam arayışı. Ne yaptığını bilen bir öykücünün işlerini görüyoruz okurken. Bilinçli bir şekilde, “bütün” öyküyü parçalayıp sonrasında yeniden bir araya getiriyor.
Anlatıcılar aynı hikâyenin peşinde yürüyor hep. İstanbul’un sokaklarını arşınlıyor. “güzel bir gün/ ve ben yaşıyorum./ kuşlar uçuyor da/ yapraklar düşüyor./ herkes geçip giderken/ bana düşünmek düşüyor…” diyen biri var mesela. “Düşünüyorum. Düşündükçe her şey tepetaklak oluyor. Düşündükçe bir öykü oluyorum./ Bir öykü olup herkese başkaldırıyorum./ Bir öykü olup işte tam da burada çığırımdan çıkıyorum./ Bir öykü olup kalemi ben kapıyorum.”
İçindekiler; “Rüyanın Oltasında Asılı”, “İstanbul’un Yarısı” ve “Mektup” adlı bölümlerden oluşuyor. Onlar da kendi arasında alt başlıklara ayrılmış. “Balıklar ve Rüyalar” da var “Tanrı’ya Şikâyet Edilen Ağaç” da, “Sonsuzluk Yanılgısı” da var “Röntgen ve Bazı Şeyler” de… “Bizegider Caddesi”nde “Yolumu Kesen Öyküler” bunlar. “Poz Vermek İki Lira”, “Sonbahar Haberleri”, “Biraz Gerçek Biraz Yalan”…
“Bizegider Caddesi”, bir trafik lambasının ışıkları arasındaki kırık aşk hikâyesini anlatıyor bize. Şehrin “aynalarına” rastlıyoruz öykülerde; çiçeklere de çiçekçilere de, balıklara da balıkçılara da… Martılar ve yasemin kokulu yaz akşamlarını da unutmamalı!
“Sonsuzluk Yanılgısı”ndaki “Çarpıntı” bir ölüm hikâyesi gibi dursa da bir idrak hikâyesine daha çok benziyor. “Bu sonsuzluk yanılgısının kollarına upuzun yaz geceleri ve aşk kadar kolay atabilecek ne var ki bizi?”
“Biraz Gerçek Biraz Yalan”
Rüyanın Oltasında’ki öykülerin hayatın içinde bir yerlere gizlendiğini hissediyorum okurken. “İstanbul’un Yarısı”na bakıyorum. “Nakkaştepe’de bir taburede oturmuş, önümdeki patatesli gözlemenin nasıl bu kadar sert olduğunu düşünüyor, şekeri boğazımı yakan ve marketteki herhangi bir markadan alınıp plastik bardağa döküldüğü belli olan limonatamı hayal kırıklığıyla içiyorum. Günlerden cumartesi ve İstanbul çok kalabalık.”
“Balıklar ve Rüyalar”daki gibi, “Henüz tutulmuş ve oltanın ucundan kurtulup suya ulaşmak için çırpınan tüm balıklarda kendimi görüyordum. Rüya ile gerçeğin kıyısında debelenip duruyordum ben de. Kimi rüyalardan uyanmak, kimindense uyanmamak için. Ve her debelenişimde onun bir gece sorduğu soruyu tekrar soruyordum kendime: Ölümden mi korkuyorsun?”
“Biraz Gerçek Biraz Yalan” öyküsü de neydi: “O gün, Dilruba Çıkmazı’nı adlandıran, hatta haritalara işaretleyen benmişim gibi kolayca buldum.” Gönülçelen demekti çıkmazın adının anlamı. Hani çok güzel bir de şarkısı vardı: “Gönülçelen gönülçelen, biraz gerçek biraz yalan…”
Yıllarca ilk kitaplar üzerine yazdım, düşündüm. Kimi yazarlar yarı yolda bıraktı, kimi yazarlar yolunu değiştirdi. Kimi zaman acı, kimi zaman tatlı, kimi zaman da mayhoş bir dil eşlik etti yol boyunca bana. Nisan Erdem’in –Rüyanın Oltasında’yla- meydana getirdiği dil akıcılığı sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda yazarın anlatacağı yeni metinleri merak ettiriyor. Genç bir öykücünün öyküde bıraktığı izleri takip etmek oldukça heyecanlı. Bize takip etmek düşer.
“Buradaydım.
Dünyada.
İstanbul’da.
Şimdide ve hafızamda.
Kendimde ve onda.
Asılı kalmıştım ben
-herkes gibi-
Bir rüyanın oltasında…”
edebiyathaber.net (3 Haziran 2024)