Armağan Can: “Yazmak benim ruhumun soğutucusu.”

Haziran 13, 2024

Armağan Can: “Yazmak benim ruhumun soğutucusu.”

Söyleşi: Üzeyir Karahasanoğlu

Çocuk kitaplarıyla adından söz ettiren Armağan Can’ı, öyküleriyle görüyorduk. Nitekim o öyküler giderek çoğaldı, hatta ödüllendi. Yolun güzeldi ki sonunda Sessizlik Yeminleri’yle buluşturdun okuru. Bu nedenle öncelikle kutluyorum seni.

Belki sormamam yahut en son sormam gereken yerden, senin hikâyenden, başlamak istiyorum. Çocuk edebiyatı bambaşka bir alanken ve tam dört eser vermişken oradan öyküye geçiş… Üstelik hiç de heveskâr bir yönelimle değil, gayet ciddi, günbegün güçlenen adımlarla, kendine yer yaparak… Peki, çocuk edebiyatı faslı kapandı mı senin için? Enerjini tamamen öyküye aktardığını hissettiğim için soruyorum. Nasıl devam edeceksin yazı yolculuğuna?

Üzeyir, öncelikle güzel dileklerin için teşekkür ediyorum. Çocuk edebiyatına kızım için başlamıştım. Bunu anlatmayı seviyorum. Gece uyumadan önce ona kitap okurdum. Yorgun olduğum geceler gözlerimi kapatır ya bir hikâye uydururdum ya da çocukluğumdan hatırladığım eğlenceli bir olayı hikâyeleştirirdim. İkimizin de bu durumdan keyif aldığını anlayınca, anlattığım hikayeleri belki başka çocuklar da sever diye yazmaya başladım. Bir süre sonra öykülerim doğa sevgisini, ağaçları, ekolojik sistemi anlatan romanlara dönüştü ve süreç devam etti. Öğretmenler arası çocuk oyunu yazma yarışmasında birinciliğim vardı. Yazdığım çocuk oyunlarını da bu vesileyle kitaplaştırdım. Soruna gelirsem çocuk edebiyatı faslı kapanır mı bilemiyorum. Ben şunu yazayım diye oturmuyorum masaya. Canım ne isterse, hangi konuda içim dolarsa kalemim ona sadık. Yakın bir zamanda kalemim içimdeki çocuğa aitti. Masamın üstü şekerler, renkli kalemlerle doluydu ve yeni bir çocuk romanını tamamladım. Nesnelerin internetiyle ilgili. Evdeki elektrikli aletlerin örgütlenmesini konu alan ama hangi elektrikli aletin bu örgütün başı olduğu sürpriz olan bir roman.

Yazı yolculuğuma şu alanda devam ederim diyemem. Çünkü sevdiğim neyse onu yapıyorum. Çocuk kitabı, öyküler, kitap incelemeleri yazabilir, belki söyleşiler yaparım. Porsuk Kültür’de “Tabiri Caizse” diye bir sayfada seçtiğim tabirleri anlatıyorum, belki onda birikirim, her  şey olabilir. Ama kesin olarak bu yolculukta olmazsa olmazım kitaplardır. Ben hep okurum.   

Bazı öykülerini internet mecralarından ve basılı dergilerden okumuş, o sayfalarda da sevmiştim. Aklıma hemen Müstesna Terzi ile Yaşlı Adam ve Bilet geliyor. Kitabın ilk öyküsüyle son öyküsü. Dahası benzer yanları ne çok… Bir eksiğin, kusurun, boşluğun tamamlanmasına dair çağrışımlı metinler… Katmanlı yapıları ve ötekilerle kahramanlar arasında kurduğun çapraşık bağla kendime yakın bulduğumu peşinen söyleyeyim. İlk öyküdeki gömlekle son öyküdeki biletse birer nesne olmanın ötesinde soyut bir güç alanına, oradan mecaza, çekim merkezine dönüşüyorlar. Sanırım bu tarz kullanımlar Armağan Can öyküsüne dair işaretler. Ne dersin?

Çok güzel yakalamışsın, derim. Öykülerinden biliyordum ama söyleşi için gönderdiğin sorulardan sonra da emin oldum ki kalemlerimiz birbirine yakınmış, dilimiz aynı. Bu mutluluk verici. Öykülerimin kitaptaki sıralarını ben belirledim. İlk ve son öykü için çok düşündüm. Kitabım başladığı gibi bitsin istedim. Öncü ve artçıyı güçlü sembollere emanet ettim. Çok dram yüklemeden senin de dediğin gibi eksiği, kusuru, boşluğu anlatmak istedim. Yoksa her iki öykü de içimde çok acı biriktirmişti. Görünüşüyle dışlanan veya yaşadığı topraklardan uzaklaşmak zorunda kalan bu adamlar zor hayatlar yaşıyorlardı. Gömlek ve bilet onlara verdiğim gülümsemelerdi. Sembolleri ve metaforları seviyorum. Genelde her öyküde kahramanımın elinde bir nesne var. Bu bir gazete, bir not, zincir, gömlek, bilet, kaktüs, çay bardağı ve bu nesneler ancak öyküyü yazıp bitirince karşıma çıkıyorlar. Öyle görünmeden sessizce yerleşiyorlar satırlara. Ben de buyur ediyorum. Öyküye dağıtıyorum onları. Bu tarz yazmayı da seviyorum. Bu benim izleğim. Bir resme bakmaya bir noktadan başlamak, ressamın yerleştirdiği renkleri, şekilleri veya ışığı takip ederek tüm tabloyu dolaşmak gibi. Bu nesneler öyküyü dolaşmayı sağlıyor.

Farklı teknikler, anlatıcılar kullanıyorsun, hatta Düş Yolcusu’nda çoklu anlatıcıyı tercih ediyorsun. Bence yakışıyor da bu tercihler, arayışlar. Dilin dinamik ve estetik kullanımı öykünün güzelliğine güzellik katıyor. Fakat bir de senden duymak isterim: Sessizlik Yeminleri’nde dil ve anlatıma dair nasıl bir tutumu oldu Armağan Can’ın?

Öykü çok güzel ve olanakları geniş bir tür. Aynı anlatıcıyı veya dili kullanmayı pastanın kremasını yiyip o lezzetli kekin tadına bakmamak olarak görüyorum. Bu farklı kullanımda amaç “Bakın ben her şeyi biliyorum, yapıyorum” değil, böylesine zengin bir tür elimizin altındayken kullanmanın zevkidir. Öykü bir defada bitmez bende. Konu hazırdır ama o konuyu kim anlatacak, nasıl anlatacak belirsizdir. Dönüp durur konu aralarında. Bu işi en iyi kim kotarırsa öykü onundur. “Yılan İzi” isimli bir öyküm var kitapta. Sekiz defa yazdım. Anlatıcıyı değiştirdim, kurguyu, büyülü gerçeklikle yazdım, mistik bir şey ekledim, mitolojiye bağladım, gerçekliğe döndüm, sen dili yazdım, tanrı anlatıcı, ben dili, sonunu değiştirdim ama nihayetinde öykü oluştu. Ben bunları yaparken öyle büyük bir zevk alıyorum ki bilgisayarda oyun oynamak gibi. Müzik değişiyor, mekân, karakterler, ben. Bu şekilde de devam etmek istiyorum. Özellikle de bunu yapmıyorum. Her olayın, kurgunun doğru bir anlatımı var. Onu arıyorum. “Düş Yolcusu” ise açlık ve cinsellik güdüleri ön planda olan Hurşit’in öyküsüdür. Bu tren yolculuğu dışardan nasıl görünüyor yazarken “Bu adamın kafasından ne geçiyordur?” sorusu ile çoklu anlatıcıya döndü. Konu ne kadar ilginç olursa olsun hep aynı şekilde anlatılan öyküleri okumak beni zorluyor. Okurken zorlandığım şekilde yazmak istemiyorum.

Topraklar Başına öyküsünde düşsel ögelerden, mistik ögelerden yararlanmışsın ki okurunun en sevdiği öykülerdendir diye düşünüyorum. Onun dışında maden faciasını anlattığın bir öykün ile farklı dillerin bir arada yaşamasına dair bir başka öykün de var. Konu havuzun hayli geniş. Peki, Armağan Can’ın tercih ettiği ya da tercih etmediği konular, dertler var mı? Varsa neler?

Şu “Dert” kelimesini ne güzel söyledin. Benim öykülerimin ortak teması dertlendiğim konuları yazmış olmamdır. Neye dertleniyorsam onu yazıyorum ama bu dert birinin anlatması ile oluşan bir şey değil. Bir söz, bir bakış, bir susuş beni uyarıyor. Karşımdaki kişi, olayı en ince ayrıntısına kadar anlatsa bile ben sadece o bakışa, o kelimeye tutunuyorum. Konu havuzum geniş. Ne yazsam, yazacak bir şey yok, demem ben. Çünkü baktığım şeyleri görmeye de çalışıyorum. “Kaşınan Gözkapağım” öyküsü benim yakın çevremden çıktı. Serebral Palsi hastası oğullarına yaklaşımlarına hayran olduğum bir aileydi. Öyle sevgi dolu, sabırlı ve güler yüzlüydüler ki bazen sözlerini bazen de bakışlarını dinlerdim onların. Sonra, çocuğun gözünden bir aileyi yazdım, onları yazarken toplumun özel gereksinimli bireylere bakışını.

“Topraklar Başına” öyküsü gerçekten en çok dönüt aldığım öyküm. Şaşırmayı seviyoruz ve mistik ögeleri. O öykü iletişimsizliği anlatır. Birbiriyle konuşmayan çiftlerin uzaklaşmalarını. Söylenmeyen sözler, suskunluklar  benim en çok dert edindiğim şeylerden biridir. Yazmakla bitiremiyorum. Daha da çok yazarım. Yazmayı tercih etmediğim bir konu yok ama çok istediğim bir konu var. Bir aşk öyküsü yazmak isterim. Sonuçta aşk da bir dert. 

Konu alanının, bakış açının genişliği malum. Bunu söyledim. Lakin bu çeşitliliği Armağan Can nasıl sağlıyor? “Maden işçisinin sesi de olmalıyım” mı dedin mesela? Bunu, bir maden kentinde yaşayıp da hâlâ maden hikâyesi yazmaya kalemi gitmeyen biri olarak soruyorum. O hikâye ve diğer hikâyeler nasıl geliyor sana? Nasıl işliyor, öyküleştiriyorsun?

“Arkada Kalanlar” öyküsünün yeri bende çok ayrıdır Üzeyir. Tomris Uyar Öykü Yarışması’nda birinciliği de var bu öykümün. Öğretmenlikte ilk tayin yerim Manisa’nın Soma ilçesiydi. Maden faciası olduğunda oradan ayrılmıştım, okuttuğum öğrenciler yetişkindi ve belki madende çalışıyordu. Ölenlerin isimlerine hiç bakamadım. İçime işledi bu acı. Öyküdeki sahneleri yaşadım ben. Okul günü “Göçük olmuş” sözüyle dalgalanan ruh hallerini küçücük suratlarda gördüm. Kömür tozunu havada hissederdim. Sadece nasıl anlatacağıma karar veremedim. Çünkü hem Soma Maden faciasını hem de tüm maden facialarını yazmak istedim. İşaret bir tablodan geldi. Ben Shahn, “Maden Felaketi ve Arkada Kalanlar” tablosunu ölen 101 madenciyi anmak için 1948 yılında yapmış. Bu resmin zaten bir öyküsü vardı. Ben kendi acımı yansıttım. Güldüğümüz şeyler çok göreceli ama acı çok büyük bir paydada birleşiyor. Nerede olursa olsun bir felaketin geride kalanları aynı noktada buluşuyor. Resim Amerika’dan, acı Soma’dandı. Öyküyü Ankara’da oturup yazdım. Neredeyse ilk yazılmış halidir. Çok az değişiklik yaptım. “Mevsim yaz olabilir. Belki kış, belki de hüzünlü bir mayıs,” sözleriyle biter. Soma maden faciası mayıs ayında oldu. Ben bu cümleyle hem bu faciaya hem de 1 Mayıs İşçi Bayramı vesilesiyle tüm emekçilere selam durdum. Bu yaşamların benzerliği, acısı içimdedir. Madencilerin ölümden korkmadığını, en iyi bildikleri yerin toprağın altı olduğunu ben de biliyordum. Korkuları doyasıya yaşayamamak, yaşatamamak. Bu kadar çok şey bilip de öyküleştirmemek olmazdı.

Hikayeler önce sadece konu olarak geliyor aklıma. Ben şunu yazmak istiyorum, diyorum. Sonra aylarca o öykü ile dolaşıyorum. Algıda seçicilik devreye giriyor. O konuyla ilgili görmeye başlıyorum. Kitaplar okuyorum. Alt zemini oluşturuyorum. Sonra kahramanım salınarak geliyor. Birkaç hafta da onunla “Hayali arkadaş” gibi geziyoruz. Olayın anlatacağım zaman dilimi gelene kadar takılıyoruz beraber. Sonra bir sabah oturup yazıyorum. Ama şunu da paylaşmak isterim, benim karakterler Hakk’ın rahmetine kavuşmamışsa sık sık beni ziyarete geliyorlar. Ben de merak ediyorum onları. Mesela Müstesna terzim ne yapıyor acaba, diyorum. O adama başka gömlek dikti mi? Benim çalışma odası kalabalık. Üst kurmacanın içinde yaşıyor gibiyim. Ve bu durumdan çok zevk alıyorum. Beni gerçeklikten uzaklaştırmıyor, asla. Başka bir hayat daha yaşıyor gibiyim. Kitap okurken bu olmuyor. Okuduğum kitabın kahramanına laf yetiştirdiğim çok olur, ama kitap bitince karakterlerle vedalaşıyorum. Yazarken ise beraber çok fazla gezdiğimiz için olsa gerek hemen unutamıyorum kahramanımı.

İlk kitapların yoğunlukla otobiyografik unsurlar taşıması mevzusuna ne dersin? Sessizlik Yeminleri’nin ne kadarı senden, ne kadarı dışarıdan? Yahut şöyle sorayım: Gerçekle kurgu arasında nasıl bir dengesi var öykülerinin?

Herkesi yazabiliyorsam kendimi de yazabilmeliyim. Çocuk kitaplarımda çocukluğumu yazdım, tükettim. “Çöpsüz Köy” isimli kitabımda karakterin ismi Hediye ve bu tesadüf değil. İlk öykülerimde de kendimi yazdım. Karakterler yaşıtım kadınlardı ve hep ben diliyle anlatıyorlardı. Ama yazmak benim ruhumun soğutucusu. Kendimi, duygularımı yazdım. İçimi döktüm. Vallahi her döktüğümü de geri toplamadım ama içim soğudu. Bir süredir öykülerimde kendim yokum ya da çok az varım. Bazen bir fiziksel özelliğim, bazen bir hareketim, bazen kullandığım bir söz öykülerimde yer alıyor. Ama aynı oranda çevremdeki kişiler de yer alıyor. Birebir hiç kimseyi yazmam, bunu çok yaratıcı da bulmuyorum. Öykülerimin hepsinde oranı değişse bile gerçeklik vardır. Arkada Kalanlar ve Sessizlik öyküsü gerçek, Rüya Kapanı’nın rüyaları. Odada Seyahat’teki karakterin bazı özellikleri ben, Miş’li Geçmemiş Zaman’daki Serçin’in takıntıları bana ait.

Armağan Can’a göre “iyi öykü”nün tarifi nedir? Başkalarına göre iyi olup da sana göre iyi olmayan bir öyküyü düşünerek cevaplar mısın?

Bu soruya cevap bulmakta çok zorlandım. Çünkü öykü okumanın güzel bir tarafı da şu: Öykü, okuyucuya göre anlama bürünüyor. Büyük bir keşif alanında gezmek gibi. Okuyucu nereyi keşfederse orası onun oluyor. Bazı öykülerde keşfedecek bir şey bulamıyorum. Sessizce kapatıyorum kitabın kapağını. Bazı öyküleri de üst üste okuyorum. Konusu ayrı, tekniği ayrı etkiliyor. Anlatımı, dili. Sevdiğim öykü tamamen bana özel oluyor. Bende hissettirdiği duyguya bakıyorum. Öyküde kendimi bulmayı değil de bende olmayanı görmeyi seviyorum. Eksiklerimin tamamlanması beni öyküye bağlıyor. Lakin iyi kurgulanmamış, maddi hasarlarla dolu veya hep anlatılanı yine aynı şekilde anlatan öyküler “İyi öykü” tanımıma girmiyor.

Sevgili Üzeyir, kitabıma gösterdiğin özen için, birbirinden güzel ve düşündürücü sorular için, ayırdığın zaman için gönülden teşekkür ederim.

Ben de samimi cevapların için teşekkür ederim. 

Yorum yapın