Bir refik olarak Hilmi Yavuz | Nihat Dağlı

Haziran 15, 2024

Bir refik olarak Hilmi Yavuz | Nihat Dağlı

“Spinoza’ya göre bilgelik bir ödev değildir. Bedensel ve ruhsal canlılıklarını artırmayı ve gittikçe daha fazla haz alarak yaşamayı arzulayanlara yapılmış bir öneridir.”

                                                                                Frédérik Lenoir, Spinoza Mucizesi

Sahabe isimli dağa bakan evlerin kümelendiği bir köyde, Duraklı‘da (Helela) doğdum. Tepesinde, Peygamber’in sahabelerinden birinin yattığına inanılan, kurak geçen mevsimde yağmur duası için tırmanılan bu dağa bakarak büyüdüm. Önümüzü kapatan Sahabe Dağı (veya tepesi), köy(lü) için manevi bir mekândı ancak köy ile geride kalan her şey arasında bir maniaydı da, aşılması gereken bir engel. Zirvesine çıkıldı mı, Mardin ile Diyarbakır arasındaki uzam serilirdi önünüze; hayat köyle sınırlı kalmaz, köyden çok daha fazla ihtimaller belirirdi. Sahabe‘ye çokça baktım, zirvesine doğru epeyce tırmandım, mezar olduğuna inanılan yerdeki yaşlı meşe ağacının gölgesinde geçirdiğim vakitler sayıya gelmez.

Beni Sahabe’ye baktıran, sıklıkla zirvesine doğru yürüyüşe çıkartan saik neydi? İki durumdan bahsedebilirim; biri net, diğeri silik iki iç hâlden… Köy(lün)ün anlatımında yer edinmiş şöyle bir “tecrübe” (veya inanç) vardı: Sahabe’de yatan her kimse, geceleri, elinde fenerle köy ile dağın arasındaki çaya iner.” Buna tanıklık ettiğini söyleyen çok kişi vardı. Bu ürpertici gelirdi, gündüz gözüyle Sahabe‘ye bakar, çağrıştırdığı imgelemle kalırdım. Baktığım şeyin çok daha fazla şey içerdiği/içeriyor olabileceği, görünen ile gerçeklik arasında farklılık olduğu/olabileceği kanaatini edinmem belki de bu ilk mistik ürperişe kökleniyordur. Silik dediğim ikinci hâl ise şuydu: Ne zaman başladı hatırlamıyorum. Köyde olup biten yetmiyordu sanki, akranlarımı oyalayan şey beni tutamıyordu kendinde. Sıklıkla dalar, oyunlardan düşer, akranlarımdan uzak bir tenha arardım. Bu hep olurdu. Yazıldığım (ilk)okulda öğrendiğim dil (Türkçe) ile evimiz (Kürtçe) arasında “uzunca” bir mesafe vardı. Ben bu mesafeye yazılmış gibiydim; ders kitaplarını alır çaya iner, bir kuytuda kapısında beklediğim Türkçe’nin imlediği uzakları hecelerdim. Her açıdan yetersiz metinlerde izini sürdüğüm şey, Sahabe‘nin arkasındaki uzamda saklıydı. Çıkıyordum Sahabe‘ye; zirvesindeki meşe ağacına sırtımı verip uzaklara dalıyor, bulunduğum yer ile önümde beliren müphemlik arasında titremeyle kalıyordum. Çekip gidecekmişim gibi, oturduğum yerden gözüme daha da küçük görünmeye başlayan Duraklı‘dan kopacakmışım gibi… Kaygı ve merak karışımı bu oturuşlar işledi içimi sanki. Öylece baktım, gördüm, deneyimledim.

Öyle de oldu. Duraklı‘da kalamadım, uzakların ve dahi metinlerin çağrısı kopardı beni oradan. Şehirler aldı beni, daha çoklu kentlerin diline açık kaldım. Ama yol beni hangi kente/mekâna bırakmışsa, çok geçmeden oraya da sığmaz oldum. Başka türlü bir yolculuk, bir gezinti imkânı çıktı karşıma. Durduğum yerde, kendimi attığım tenhalarda metinler buldum her seferinde. Otururken yürümek, bir kentte sıkışıp kalmışken metinler üzerinden uzakların hiķâye ve sesleriyle kalmak diyordum buna. Adana’da cebinde harçlığı olmayan tıfıl lise öğrencisi Sait Faik’in, Tanpınar’ın, Peyami Safa’nın, Oğuz Atay’ın İstanbul’unda geziniyor, yetmiyor Dostoyevski’nin Petersburg’unda dolaşırken buluyordu kendini. Aralıklarla şehirler değişiyor, birer dağ olarak gördüğüm yazarlar birikiyordu önümde. Bir okurdum, bulunduğum kentten çok karıştığım metinlerde yaşıyordum. Memleketim metindi, bir şekilde karşıma dikilen kitaplardı. Kentin caddelerinde yalnız ve gurbetteyken, kitaplarda kalabalık ve sıladaydım.

Vardığım şehir ve okuru olduğum yazar/kitap değişse de, bir hâl öylece kaldı bende. Her şehir bana doğduğum köy, kendimi karşısında otururken bulduğum yazar da Sahabe Dağı oldu. Şükür, payıma ulu yazarlar düştü. Cehd, gayret, irtifa bekliyorlardı benden. Kendisine tırmanırken yoran Sahabe Dağı gibi… “Baktığım şeylerin boyundayım” diyordu Pessoa Huzursuzluğun Kitabı‘nda. Okuduğum, içinden geçtiğim, tırmandığım, sonra içimden geçmeye başlayan metinlerin boyunda olmalıydım belki. Ayaklarımın altına serip boyumu uzatmaya yarayacak bir müktesebata ihtiyaç duyuyordum. Öyle yaptım, hep bir dağa (bir ulu yazara) bakıp tırmanırken kuruldum. Tırmandığım, yamacından geçtiğim, zirvesinde nefeslendiğim dağlardan baktım öylece. Başka ovalar, ufuklar göründü. Bir dağdan diğerine, bir görüden başka türlü bir görüye yol devam etti. Yol aldım, yol da beni. Sisifos gibi. Yıkıldım, baştan kuruldum her seferinde. Yorgunluklar ve şüphesiz doyumlar birikip demlenince, yok dedim, baktığımız, tırmandığımız dağların boyuna ermek her zaman mümkün olmaz. Çoğunlukla dağların gölgesinde kalınır, ki gölge başka fidelerin dallanıp budaklanmasını sakatlar. Dağ sana inmez çünkü, sen dağa çıkarsın. Dağa tırmanıp çıktığında ise kendin kalmazsın, ona dahil olursun. Dağ ile diyalog hep bir nadirat olarak kalır. Mesela Dostoyevski’nin romanlarından geçerken, Şeyh-i Ekber veya Spinoza’nın anlatısına mekân kılarken kendimi, bir eşitlerarasılık duygusu içinde olmam mümkün müydü? Değil, benim için öyle olmadı. Bakıp kaldım, susup dinledim, başımdan dökülenleri avuçlamakla yetindim. Okuru olduğum dağlarla omuz izasından konuşmadım hiç, b/akışmadım, hep böyle aşağıdan yukarıya bakındım. Bir anlamda Tanrı’nın buyurması gibi karşıladım dağlar ile aramda geçeni. Onlar söyledi, ben dinledim. Şüphesiz, kimi ve neyi okuduysam anlama çabası içinde oldum, onu -hakikat bağlamında- mutlak bir kanon olarak görmedim. Söylediğim şu: dağ gibi duran “ulu yazarlar” okurun refiki değil, mürşidi olurlar.

Çoğu zaman böyle ama hayatın sürprizleri de vardır. İstisna kimi karşılaşmalar da yaşanır. Yeryüzünün Türkiye sayfasına doğmuş olmanın içerdiği imkân ve imkansızlığın soru(n)larıyla hemhal olduğum bir mevsimde karşılaştığım bir dağ oldu Hilmi Yavuz. Tür farkı olmadan, edebiyat, seyre koyulduğum bir manzara oldu hep. Dostoyevski’yle çarpıldıktan sonra edebiyattan uzaklaşmak mümkün mü? Değil, ama şöyle de bir şey var: Dostoyevski’nin açtığı yaralara merhem bulmak gibi bir derdiniz oldu mu, düşüncenin kapısını aralamanız kaçınılmazdır. Zira edebiyata maruz kalmış okurda bütün insanlık durumları yara olarak belirir ve bu okuru hâl çaresini aramaya götürür. Bende de olan buydu; hem insan hem de Türkiyeli biri olmanın soru(n)larıyla çevriliydim. Oturtmayan, uyutmayan, taciz edip duran soruların peşi sıra bir okumaya girişmişken  Hilmi Yavuz yazınıyla buluştum. Batı ile Doğu arası bir yerde, arada, iki taraftan da rüzgâr yiyen bir konumda görüp cümle kuran bir zihne  açık kalmamak mümkün değildi. Taraflarda görülebilir benzerliklere işaret ederek bir aynılaşma kurmayan, aksine aradaki farkları görünür kılarak durumu olumlamayı yeğleyen ayrıksı kıymetli bir bakış olmuştu bana. Kıymetliydi çünkü diyaloğun ehemmiyetine, ancak diyalog ile iletişimin mümkün olabileceğine dikkat çekiyordu. Aynılaşarak değil, farklar ve karşıtlıkların b/akışmasıyla hayatın/oluşun/dirimin mümkün olabileceğini söylüyordu. Ben ile Sen‘in varlığını çözen/dağıtan bir aynılaşmanın altını değil, üstünü çiziyordu. “Kimse, hiç kimse, söyleyen kim olursa olsun -Hilmi Yavuz da olsa– kanon değildir” diyordu. Söylediğini dayatmayan, söylediğine kulak olana ağız olma imkânı da veren bir konumlamaydı bu. “Buyurmuyorum, kendimi açmış oluyorum” demekti bu.

Doğduğu mekân ve düşünceden taşan, bulunduğu yer ve karşılaştığı görülerle b/akışan biri olarak benim için nimetti Hilmi Yavuz. Dağ değildi, sıra dağlar gibiydi. Dağ, dikey derinleşme-yatay körleşme gibi bir duruma işaret. Uzmanı olunan konuyu derinlemesine bilme ve bunun sonucu olarak konu’yu bütün’den ayrıksı bir “ada” olarak belle(t)me yanlışına düşme. “Bir şey”in uzmanı değildi Hoca, konuştuğu/yazdığı ne ise, onu bütüne yerleştirerek gösteriyordu. Üniversitede hocaydı, felsefe anlatıyordu. Deneme yazarken, şiir ve anlatısını kurarken içerdiği bütünsellikle görülüyordu. Felsefe konuşurken şiiri hatırlanıyor, şiiri okunurken yerleştiği düşünce evreni kendini ele veriyordu. Dahası… Düşüncenin yerlisi ulu isimlere sokuldukça, insan, gövdesinden uzaklaştığını, salt düşünce kesildiğini deneyimler. Ten’e yabancılaşıp Tin ile sarmalandığını… Var oluşu bir “eksiltme” üzerinden tecrübe ettiğini, bütünselliği (“Doluluk”) yitirdiğini… Hoca’nın yapmadığı bir şey bu. Geçmiş Yaz Defterleri‘nde altını çizdiğim ve  Melâmî bir eda hissettiren şu alıntı epey çarpmış, düşündürtmüştür: “Babamın, Mahrumiyet mahremiyettir sözünü de unutamam. Nesimi’nin deyişiyle, öyle ‘sırr-ı Hakk’ın mahremi’ olmak için, aldatıcı tutkulardan, Arzu’nun ‘yalancı’ ışığından ve elbette Akıl’ın ‘yanıltıcılığı’ndan uzak durmak ve kendini Dünya’da-olmak’tan mahrum etmek! Sen ne yaptın ey Hilmi Yavuz? Tersini yaptın. Dünya’da-olma’yı, varoluşunu, eksiklikle değil, Doluluk’la istedin. Hakk’ı değil, Mâsivâ’yı istedin. Mansur ve Hikmet Yavuz‘a kulak vereceğine, Ene’l Mâsivâ dedin ve Doluluk’u Allah’ın dışında kalan her şeyle özdeşleşip, beş duyunu Dünya’daki tüm nesnelerin üstüne salarak ve onları öylece mülk edinip, onlar olarak yaşamayı yeğledin. Kendine göre bir vahdet-i mevcut projesinin ardına düştün -ve bak, neredesin? Doluluğu değil, Eksik-olan’ı istemeliydin. Ehl-i tariyk  gibi, Doluluğu Eksik-olan’da aramalıydın.”

Evet, Hilmi Yavuz, Doluluk‘tan ne kastediyorsa öyle belirmiş, beliriyor. Ten’i eksiltip Tin’e dönüşerek “ululara” karışmıyor. Yeryüzüne bir küfür gibi durup, gökyüzü kesilerek dokunulamaz olmuyor. Ancak Zerdüşt’te buyuran Nietzche gibi, yeryüzüne övgü olmak adına gökyüzünü de lağvetmiyor. Öyledir ki, öğrencilerinin (arkadaş ve dostlarının) arasında, yancağızında ulaşılabilir/dokunulabilir mesafede kalıyor. Bu sayede kendisiyle diyalog, b/akışma mümkün olabiliyor. Böylelikle üstten konuşmuyor, buyurmuyor, omuz izasından içindekini söyletiyor. Şüphesiz hocalığın hakkını veriyor ancak yakınlarına daha çok “refik” oluyor. Bu az şey mi, bilen bilir, şenlendiren bir haldir bu. Tam da burada, Hocanın kendisi hakkında yaptığı bir tespite şerh düşmek isterim. Birçok yerde, “Tassavufî evreni içeriden değil, dışarıdan kuşattıyorum” der. Evet, Hoca, tasavvufu bilmek anlamında onu dışarıdan okuyor, içinden geçiyor onun. Konunun bilginin nesnesi olması açısından durum bu ancak Hoca’da şöyle merkezî bir şey de var: Dışarıda olan’ı içeride-olan’a dönüştürmek… Ki bütün yazını için, “İçimdekini söyletmek için yazıya başvuruyorum” mealinde bir tespitte bulunur. Dolayısıyla, tasavvuf, kendisi için dışarıda-olan bir evrendir ancak kuşattıktan sonra kendisi için içeride-olan’a dönüşmüştür. Kendisini okuyarak değil, yancağızındaki deneyimlerime yaslanarak diyorum: İlkin Hoca tasavvufun içinden geçiyor, sonra tasavvuf Hocanın içinden geçmeye başlıyor. Dışarıda-olan içeride-olan’a dönüşerek hâl olarak kalıyor kendisinde. “Hilmi Yavuz da olsa, söyleyen kanon değildir” derken, talebeleri ve okurlarıyla omuz izasında bir halleşmeye imķân verirken verdiği fotoğraf, dışarıdan kuşattığı tasavvufun kendisini kuşattığını imlemektedir.

Okurunu Batı ile Doğu, modernlik ile gelenek, tin ile ten, düzyazı ile şiir arasında bir diyalog meķânı kılan; “Kendine özen göster” diyen Platon ile “Hoşça bak zâtına” diyen Şeyh Galip arasındaki benzerliği değil, farklılığı göstererek zenginleştiren; şiiri bir yaz gününden öğrenen ve hep yanında dolaştırdığı yaz ile bırakan Hilmi Yavuz’a, her birimize Refik olduğu ve yolumuzu şenlendirdiği için bin teşekkür. Varlığına bereket…

edebiyathaber.net (15 Haziran 2024)

Yorum yapın