Neden kıskandım ki o sigarayı? Ekrandaki canlı ama ulaşılmaz görüntüsüne bakıyorum, birkaç saat evvel aynı ekranda yüz hatlarını ezberlediğim ciddiyetine odaklıyım şu an. Bir öykü okuyor. Biraz sonra öykünün yapı sökümünü yapacak. Bir saat içinde üç sigara içti, demek günde iki paket içiyor, yorgundur ciğerleri. Bir kupası var masasının üzerine ara ara yudumladığı, sigarasını yaktığında sıklaşıyor yudumlar. O yeşil yapraklı kupanın dudaklarıyla buluşmasını izliyorum. Kıskanıyorum hem kupayı hem de sigaraları. Kupadan ne içtiğini bilmiyorum. Öylece bakıyorum ona.
Evrim’in partisi vardı dün akşamüstü. O öykünün sökümünü yaparken ben, dün akşamı düşünüyorum. O yaşta doğum günü, saçma şeylere sevinmek, hemen hepsi ezberciliğin sahteleşmiş hali. Hele ki bu yaşta, sanki her giden yıl kötüymüşçesine gelen yıl için üflenen dilekler, umudu alkışlayan gereksiz gülüşmeler. Şampanyalar patlıyor tepemde ama içeriyi aydınlatan tek şey içimdeki yangın, benden dışarı. Bir garip özlem karnımın içinde, el yordamıyla bulamadığım yoğun bir küme. Etraftaki sesleri ayırt edemiyorum, algım bozuk, içerisi lakırdı dolu. “Masaya gel,” diyen bir ses, Aydın bu. Kullanım süresi dolmuş erkek arkadaşım.
Yine sarmalı, gözlemeli, elmalı, börekli, simitli, kısırlı bir sofra. Şampanyanın büyüsünü katleden geleneksellikten ödün yok. Etrafına birazdan toplanacakların çoğu kadın. Gündüz hırsızları. Topukları yağlayıp kaçılası tipler. Amma velakin ben, bir nezaket budalasıyım, üstelik yeni âşık, buradaki safsatalara, dedikodulara katlanamayacak kadar düşünceli…Tam dayanılır dediğim anda, birisi ya dinden ya futboldan ya da politikadan konu açar… Ah! Tam oldu şimdi. Kare tamam. Sofraların olmazsa olmazı meseleler. Bu lüzumsuzluklara gülmek için ellerine tabletler verilmiş, kanepelerde yayılmış minnoş çocuklar.
Masadan yükselen ahşap kokusuyla sofradaki kısırın içindeki yeşil soğan kokusu birbirine karışıyor. Hoşnutsuzluk. Bunları hoşnutluk sandığım bir aile kültürünün çocuğuyum ben, kaybolmuş benliğini resmeden vasat ressamlar gibi. Eğitimli ve varlıklı cahilin giydiği entarilerin eteklerinde yitip gitmiş özgünlüğüm.
Bu toplanmalar egoların tahtıdır ve kalesidir… Kadınlar bulaşık bezi koktuklarının farkında değiller. En zenginin de var bu koku. Doçent bozuntusu cahiller de kısırlı masada. Amerika’dan dönüşlerini ballandırarak anlatanlar kötü şanstan yakınım olur. Esaret tuzağında, nitelikli sandıkları eşleri de var aralarında. Avrupa’yı ellerinin altında gören şovenik şengenciler. Şen beyler. Portekiz yolculukları anlatılıyor, “ay gittiniz değil mi o kafeye” deyip paydaşlık bularak mutlu olan sofra eşrafı. “Aaa yurtdışındaki işi mi kabul ediyor kocan şekerim? Taşınıyorsunuz yani?” “Ay ne yapacağız ki orada, kocam para kazansın göndersin hayatım, oralarda ne kebap var ne de annem-babam, ülkemiz cennet ayol,” “öyle öyle,” “Tabi tabi, yaşanmaz o doğu dramında, kocan para gönderir…” Alerjim azdı. Evinde avokadodan, mangodan, ananastan başka şey yenmez, kebapçıya da gidilmez, iki bakıcıya teslim edilmiş kerhen, torun göstermek için ziyaret edilen ana-babaya bahane bulunur. Bir tane Türk malı eşya da yok üstelik evlerinde (caanım ülkemcilerin.) Burası bir Netflix dizi sahnesi.
Evrim’i seviyorum, o böyle değil, benim gibi çevresi bozuk. Aydın erken başladı içmeye, saat öğleden sonra dört, işimiz var sarhoş eyleyeceğiz. Aman bir de yabani olur sarhoşken. Baktığım her insan mayınlı. Bir şey dersem patlayacaklar. Susmanın huzursuzluğu… “Kız sen neden gelmedin geçen seferki buluşmamıza, oğlanların antrenmanlarında da görmüyoruz seni, ne işler karıştırıyorsun bakalım?” “Tatlım vallahi gelseydin şahane zaman geçirdik, mantılar, fallar…” “Yorgun musun şekerim? Bir durgunluk var üzerinde? Bak yorgun hissediyorsan demirine, vitaminlerine baktır,” “Belki prozac kardeşliğimize katılmalısın ahahah!” “Ya ne diyeceğim, bizim akupunkturcu var ya ona bir gitsene…” “Masaj, masaj…en iyisi kızlar…” “Aydın’a bozuk o, içmeye başladı ya yine.” “Ben şahane bir falcı buldum kızlar…” “Mantı partimiz ne zaman Evriiiimmm!!” “Bir kür var Instagram’da gördüm, açıklıyorum…”
Ben ne kansızım ne hastayım ne mutsuzum ne yorgunum ne bunalımdayım ne bir vitamin eksikliğim var ne depresyondayım ne şu an karşımda öküz gibi içen Aydın’ı takıyorum ne de mantılar ve fallar benim için şahane. Tek sıkıntım burada olmak. Kime yarandım da buradayım? Annemi mi toplumumu mu öğretmenlerimi mi kimi memnun ettim bilmiyorum, ama kendimi memnun edemediğim kesin. Telafisi olmayan yıpranış.
Bulunduğum ortamlar altın çerçeveli bir şeytan tablosu. Kukuletalı, konfetili, şampanyalı bir eğlence düzmecesi burası. Neye kalktı bu şampanyalar şimdi. Yüzlerdeki kırışıklıklara mı? Kelleşen kafalara mı? Buruşan dudaklara mı? Büyüyen çocukların sıkıntılarına mı? Dramınıza gülün. Kalkıyorum kesin bu koketlerin yanından birazdan. Kesin. Veuve Clicquot nedir yahu? Belli bir rüşvet artığı. Kalkıp gideceğim; bu defa ısmarlama sevinçleri, satın alınmış heyecanları, dalkavuklukları, lafazanlıkları, oburlukları, tasarruf edemedikleri tembellikleri sırtlanmadan sıvışacağım bu defa. “Esra gidiyor kızlar!” “Olmaz, gidemezsin.” “Aydııın!” Aydın geldi, dudaklarıma yapıştı, işte sarhoşluğun ilk evreleri. “Bebeğim.” Hah. İkinci evre… Gidiyorum. Aydın’dan da ayrılacağım bu gece. Ona aşığım.
Evin yolu karanlık, son zamanlarda yol çalışmalarından sokak lambaları yanmıyor, bir korku kapladı içimi. En iyisi tutkuya yaslanıp uyumak ve sonra onun ekranda beliren görüntüsüyle uyanmak istiyorum.
Öyküyü söktü, dikti. Nasıl diktiğini buldu yazarın. Öyle mi yazılırmış öyküler, bilerek isteyerek kalıba uygun biçilip dikilerek. Bilmiyordum. Geldiği gibi yazarım ben, işte böyle.
edebiyathaber.net (6 Temmuz 2024)