Ara ara hızlanıp görüşü kapatan kar dışarıdaki çirkin, aykırı ve kötü duran her şeyi örtüyordu. Tanecikler havada kelebekler gibi uçuşurken beyaz ve masum görünen dünya dertten, tasadan nasibini almamış bütünüyle huzurlu, tatlı bir yer olduğunu düşündürüyordu insana. Oysa kim bilir kaç dertli, tasalı, acılı insan vardı yorgan gibi serilmiş o beyaz örtünün altında.
Derin düşünceler içerisinde Levent Durağı’na doğru yürüyen yaşlı adamdan başka kimsecikler yoktu sokakta. Etkisini arttıran tipide zayıf vücudu dengesini kaybediyor, düşecekmiş gibi sallanıyordu. Duraktaki demir çubuğa tek eliyle tutundu. Kıpkırmızı olmuş yaşlı yüzüne, soğukla çatışmayı çoktan bırakmış ellerine çiçek çiçek konan kristaller olduğu yerde erimeden öylece kalıyordu. Kat yerlerinden ayrılmış, eprimiş lacivert paltosunun üzeri karla dolmuştu.
Yaşlı kollarına ağır gelen çantasıyla durağa yanaşan ilk otobüse attı kendini. Oturup yüzünü buğulanan pencereye doğru çevirdi. Kendisi sessiz, düşünceleri fazlasıyla sesliydi. Dikkatli birisi, yüreğinde ağır yükler taşıdığını hemen anlardı.
Dışarıya baktığında ne lapa lapa yağan karı ne patinaj yaparak duran araçları ne de olup bitenleri görüyordu. Cama yansıyan yetmiş altı yıllık geçmişindeki iyi ve kötü günlere bakıyordu özlemle. O kıymetli geçmiş zaman hiç eskimemiş, yıpranmamıştı. Eskiyen sadece ruhu, bedeni, umutlarıydı. Bazı anılar insanın zihnine nasıl da koşa koşa geliyordu. Oğlunun doğduğu günü hatırladı yine. Adaklar adayıp öyle çok beklemişlerdi ki inanamamıştı kucağındaki bebeğin gerçekten kendi çocuğu olduğuna.
Otobüs kaygan yolda yavaş yavaş ilerleyerek köprüye girerken cama yansıyanlar kısa süreli kenara çekildi. Suçlarını, suçlularını gizlercesine meydan okuyarak baktı ona İstanbul. Herkesi, her şeyi yutmuş da sıra kendisine gelmişti sanki.
Altı yaşında, gecikmeli olarak konuşmaya başladığında idrak etmişti oğlunun suskunluğunda ne öfkeler ne isyanlar biriktirdiğini. Kelimeleri yanlış telaffuz ederdi hep. Yıllarca “portakal” yerine “porkatal” “okul servisi” yerine “okul selbisi” demişti. Hatırlayınca istemsizce gülümsedi. Sonra kızgınlıkla:“Yahu sen kendin bile dalga geçmedin mi çocuğun konuşmasıyla be koca Adnan?” diye mırıldandı.
Ayakkabısının bağını bağlayamaz, düşerdi. Dengesi yoktu pek. Karısı da kendisi de tahammül edemezdi bu durumlara. Bazen “Adam oldun ayakkabını bile annen bağlıyor.” diye horlardı yok yere. Sanki herkes her şeyi mükemmel yapmak zorundaydı. O anda dönüp kendi yüzüne “Senin kalıbına tüküreyim!” demek geldi içinden. Hayat, yapılan yanlışların hesabını bir gün mutlaka soruyordu işte.
Ne çile çekmişti oğlan, o küçücük haliyle. Yabansı duruyor diye aralarına almazdı mahallenin çocukları. Annesi zorla, gerekirse ağlata ağlata sokakta top oynayanların içine katardı. Bir gün işten döndüğünde çok durgun bulmuştu karısını.
“Adnan! Okula gittiğimde çocuk tek başına boynu bükük duruyordu bir köşede. Aralarına almamışlar yine. Oyuna katılsın diye çocuklara doğru arkasından ittim. Yere düşünce çok ağladı, içim parçalandı. Nöbetçi öğretmen bahçeden çıkardı beni. Valla okul bitinceye kadar dış kapıda bekledim durdum. Düştüğünden beri benimle hiç konuşmuyor, sen bir şey söyle…” diye yalvarmıştı.
Oğlunun yanına gidip sorduğunda o da;
“İtip durmasın. Okula da gelmesin. Matrak geçiyolar benimle. Topu tutamıyom daha ne itekliyo ki? Atıyolar zaten oyundan,” diye ağlamıştı.
Okuması yazması da geç olmuştu. Sonradan sonraya kendi zoruyla sökmüştü. İşten yorgun argın gelir, yemeğini bile yemeden oğlunu alır geçerdi masanın başına. Bağırıp çağırarak, kafasına vura vura öğretmişti okuyup yazmayı. Öğretmenlerin yapamadığını o yapmıştı yapmasına da… İçinden biraz gurur biraz da pişmanlık dalgası geçti.
“Ya öğrenecen ya öğrenecen! Kuş beyinli değilsin ya… Gayret et,” derdi mutsuz, yalvaran bir ifadeyle bakıp duran oğluna.
Daha beş-altı yaşında tuhaf, kimsenin akıl edemeyeceği sorular sorardı halbuki. Bir gün “Baba güneşin kaç rengi var?” diye sormuştu. O da terslemiş “Napacan oğlum? Sen önce adam akıllı konuşmayı öğren. Okuyup yazmayı sök. Sıra güneşin rengine gelsin,” demişti.
Nihayetinde oğlu onun canıydı. Yine de kendini tutamaz, hırsa kapılır, çocuk iyi okusun, bir mesleği olsun, diğerlerinden geri kalmasın isterdi. Samet gitgide içine kapanmıştı. Dışarıya çıkmak, hatta okula bile gitmek istemiyordu. Bir tek resim öğretmenini seviyordu.
Öğretmen onları okula çağırıp:
“Yerlere tebeşirle güzel resimler, dikkat çekici desenler, şekiller çiziyor, çok yaratıcı bir çocuk” demiş, izin verirlerse resim konusunda Samet’e ücretsiz eğitim vereceğinden bahsetmişti.
Bunu anlattığında karısı:
“Aman Adnan ressam mı olacak? Aklı çelinmesin. Mühendis veya doktor olsun, boş versene sen!” demişti. “Haklısın” diye onaylamıştı o da…
Koca İstanbul’a bakıp düşündü. Karda kışta neredeydi oğlan kim bilir. Ne yerdi ne içerdi, kimi kimsesi var mıydı? Razı edip everebilseydi helal süt emmiş bir kızla. Geçinir giderdi hatta çoluğa çocuğa da karışırdı. Öyle ya aile önemliydi, insanı korur kollardı.
Eş dost: “Bir doktora, işin uzmanına gösterin çocuğu.” diye çok söylemişti. Karısıyla önce: “Acaba mı ki?” diye aralarında konuşup her defasında zamana bırakmış, ötelemişlerdi sorunu. Sonunda doğruyu yanlışı göstermişti zaman. Ne dese ne yapsa boştu artık.
Gittiklerinde psikolog hanımın kendilerini o kadar dikkatle ve anlayışla dinlemesine, çocuğa deli veya eksik dememesine şaşırmış, çok da sevinmişlerdi. Söyledikleri dün gibi aklındaydı;
“Evet, doğuştan gelen ve sonradan edinilen bazı durumlar var. Dünyayı anlayamamış, anlamlandıramamış, kendisini ifade etmeyi öğrenememiş ve içinde hapis kalmış. Böyle durumlarda çocuk ilk önce iç dünyasını yıkar. Kendisini gerçekleştirecek, ifade edecek donanıma sahip olmadığı için daha sonra bu öfkeyi dışarıya da yönlendirebilir. Biraz geç kalmışsınız ama merak etmeyin hepsini çözmeye çalışacağız, desteğinizle” demişti. Öğrenme güçlüğüyle ilgili konunun uzmanı birisiyle çalışması uygun olurdu. Duygusal ve sosyal gelişimi için de başka çalışmalar gerekiyordu. Bunları anlatmıştı.
Karısı;
“Adnan bak gördün mü? Demek ki çocuğun bir şeyi yok. Söylenenlerin hepsini zaten biliyoruz. Basit hadiseler. Öğrenme güçlüğü diyor, sen derslerine daha fazla yardım edersin. Ben de azıcık huyuna, suyuna gideyim bakalım. Duyulursa iyice dışlanır okulda. Babama çekmiş o da böyle dik kafalıydı. Tipi de benziyor ya!” deyince o da her zamanki gibi:
“Haklısın,” diye cevap vermişti.
Sonradan sonraya çok tedirgin olmuştu gerçi. Özellikle “Kendi içinde hapis kalmış” sözü derinden etkilemişti onu. Karısına birkaç kez: “Psikolog hanım iyi birisine benziyordu. Çocuğa yardım eder. İşimiz kolaylaşır, devam edelim,” diyecek olmuş kadın her defasında karşı çıkmıştı.
Otobüs duraklarda yolcu indirip bindirerek giderken o düşüncelere dalıp gitmişti. Kurt gibi kemiriyordu içini bazı şeyler. Karısı öldükten sonra ailesinden kalan veya çalışıp didinerek aldığı mülkler tek tek elinden giderken çok üzülmüş, uykuları kaçmıştı. Onu mutlu edecek hayata bağlayacak yolları bulamadıkça satıp savıyor, veriyordu oğluna. Samet kocaman adam olmuştu ama sorumluluktan uzak davranışlar sergiliyor, freni patlamış kamyon gibi önüne çıkanı eziyordu. Paraları orda burda yiyip bitiriyor, kırıp geçiriyordu etrafındaki herkesi. Eşi dostu, seveni yoktu. Sadece hayata, insanlara ve kendine karşı çoğalan bir öfkesi vardı. İyi ve kötü günlerinin geçtiği tapusu hala kendi üzerinde olan evden başka bir şeyleri kalmamıştı artık.
Otobüs sarsılarak durunca kendine geldi. Dışarıya baktığında durağa vardıklarını fark etti. Telaşla kalktı ayağa. Hareket etmeye hazırlanan şoför bir iki kişinin uyarmasıyla onun için bekledi. Tutunarak dikkatlice indi. Düşüp kaysa, bir yerini kırsa ne tedavi olacak maddi imkânı ne de ona bakacak bir Allah’ın kulu vardı. Ellerindeki paralar gibi etrafındaki insanlar da uçup gitmişti.
Güneş çıkınca hava biraz ılımış, karları az da olsa eritmişti. Zaten Levent, Etiler bölgesiyle kıyaslayınca Kadıköy civarında sıcaklık hep birkaç derece daha yüksek olurdu. İçerisinde, mendil, anahtarlık, küçük şişe açacağı, çakmak ve tükenmez kalem gibi ürünler olan çantası ve o çantanın ifade ettiği her şey ne kadar ağır geliyordu dört bir yanından çekiştirilmiş ruhuna, yorgun bedenine. Bağdat Caddesi’ne çıkan sokaklardan birisindeki binanın önünde ufak tefek malzemeler satmaya başlayalı bir yıldan fazla olmuştu. Şu apartman görevlisi ne kral çocuktu. Belki acıyor belki kendine yakın buluyordu ki her zaman yardım ediyordu ona. Binada oturanlar da iyi insanlardı. Bahtı en azından burada yüzüne gülmüş, kötü talihine bir jest yapmıştı hayat.
Çatlaklardan sızan kanlar kuruyup elinde ince yollar oluşturmuştu. Ayakları donuyordu soğukta. Kare şeklinde, plastik bir tabure çıkarıp kardan temizlenmiş küçük alana bıraktı. Dermansız vücudunun ayakta durmaya tahammülü yoktu.
Yolu o tarafa düşmemişse bile önünden geçiyormuş gibi yapan, ondan aldığı ürüne çok ihtiyacı varmış gibi hissettiren iyi insanlar vardı. Abartmadan ufak tefek alışveriş yaparlar, hatırını sorup giderlerdi. Evde büyük bir sadakatle kendisini bekleyen yalnızlık, umutsuzluk ve kasvet girdabından kurtulduğu, dış dünyayla iletişim kurduğun tek yer bu güvenli köşecikti. O binaya, önündeki küçük alana aidiyetini öyle güçlendirmişti ki hastalansa veya bir sebeple gidemese döndüğünde merakla sorarlardı.
Ortamın bir parçası haline gelmesinde bina görevlisi Derviş ve güler yüzlü ailesinin de katkısı büyüktü. Adam vakit buldukça gelip laflar, soğuk havalarda sıcak çay veya evde yapılmış bir kap yemek getirirdi. İyi insanlar kadar acımasız, anlayışsız, zor olanları da vardı. Sokakların arsızı olmadığını veya dilenmediğini ayan beyan belli eden temiz görüntüsüne ve önündeki küçük tezgâha rağmen bazen lüks arabalardaki süslü kadınlar camı açıp işaret ve başparmakları arasına sıkıştırdıkları kâğıt parayı uzatır, o almayınca “Almazsan alma be! Çok da umurumdaydı” gibi sözler söyler ya da küçümseyen bir bakış fırlatıp camı kapatırlardı. Parayı yüzüne fırlatanlar bile olmuştu.
Oğlu geldi aklına yine “Soğukta nerelerdedir kim bilir?” diye düşündü. Aylardır ortalıkta yoktu. Sadece parası bittiğinde kapısını çalar, istediğini almadan gitmezdi. Annesinden para isteyip bağırıp çağırarak evde ortalığı birbirine katması, arada itip kakması kadını yıkmıştı. Olan bitene kalbi dayanmamış, bir akşamüstü doktora bile yetiştiremeden veda etmişti hayata. Ne kederli, ne yürek yakan günlerdi. Derviş üzerinden duman tüten büyük bir cam bardakla yaklaştı:
“Merhaba Davut amcam!”
İsminin Davut olmadığını biliyordu ama ona kaybettiği babasının ismiyle sesleniyor, Adnan da sesini çıkarmıyordu.
“Al bunu afiyetle iç. Hanım şimdi kaynattı.”
“Var ol oğlum! Allah sizlerden razı olsun,” dedi.
“Davut amca üşüdüysen gel salebini evde iç, azıcık ısın. Bak bizim ev senin evin. Gücenirim sonra…”
“Yok iyiyim aslanım. Hiç üşümedim. Çok üşürsem koridora giriyorum. Senin çocuklar sağ olsunlar gelip beni zorla alıp içeride oturmaya götürüyorlar. Tuttuğunuz altın olsun, evlatlarınızın gününü görün,” diye cevapladı ayakları soğuktan sızlayarak.
Birkaç saat sonra tezgâha yaydıklarını topladı. Kapıyı her açışında doğruların, yanlışların, geçmişin ve geleceğin onu karşılayıp üzerine saldırdığı eve gitmek üzere isteksizce yürümeye başladı. Yorgun, üşümüş olarak geldiği 4.Levent Durağı’nda otobüsten henüz inmişti ki omuzuna bir el dokundu. Döndüğünde, ona bakan bir çift gözde gördüğü kızgınlığı, kini hemen tanıdı. Taşıp dökülen bu öfkenin kaynağına girerek hapsolmak, çekeceği her ne varsa çekmek ve kurtulmak istiyordu artık. Üstelik o kadar kimsesiz o kadar yalnızdı ki; payına düşen kötü duygular, yanlış tavırlar bile olsa razıydı kabullenip kucaklamaya. Yeter ki bildik, kendinden ve eskiye dair olsun. Feri sönmüş, yaşlı gözleriyle bakıp;
“Hoş geldin oğul. Açsındır. Bak bu kutuda kıymalı börek var. Seversin…” diyerek, kapıcı Derviş’in bir iki saat önce eline zorla tutuşturduğu paketi uzattı.
edebiyathaber.net (11 Temmuz 2024)