Zamanının pek çok düşünürünün aksine, Spinoza bir kiliseye, üniversiteye ya da kraliyet sarayına bağlılıkla kendini sınırlamış değildi. Bu sayede gerçeğin arayışına sadık kalmakta özgürdü. Bu onun felsefesine kayda değer bir özgünlük ve entelektüel saflık kazandırdı. Bir bakıma Spinoza her zaman yabancıydı, hiçbir zaman tam anlamıyla yerli olmadı, hiçbir zaman tam anlamıyla evindeymiş gibi hissetmedi. Spinoza, büyük filozofların çoğundan farklı olarak, mütevazılık, naziklik, dürüstlük, entelektüel cesaret, maddi zenginlikle ilgilenmeme ve dünyevi arzulardan uzak durma gibi özelliklerle tanımlanırken, neredeyse azizlere özgü örnek bir yaşam sürdürmekle ün kazanmıştır. 23 yaşında asılsız olduğu düşünülen suçlamalar ile Yahudi cemaatinden sürgün edilen Spinoza bu evreden sonra kendisini Negri’nin ifadesi ile natüralizm ve tözcü varlık anlayışıyla harmanlanmış Rönesans hümanizmine ve kartezyen düşünceye adamıştır.
Spinoza’nın en ünlü ve kışkırtıcı fikri, Tanrı’nın dünyanın yaratıcısı olmadığı, dünyanın Tanrı’nın bir parçası olduğudur. Ona göre Tanrı ve dünya iki farklı varlık değil, tek bir gerçekliğin iki farklı yönüdür. Spinoza bedenden yola çıkarak Darwinci evrimden ve bilimsel ekoloji çalışmalarından iki yüzyıl önce, insanlığın doğası hakkındaki düşüncelerimizin başlangıç noktasının fizyoloji ve yaşam düzenleme süreci olması gerektiğini öne sürdü. Spinoza’ya göre her şey bedendi, doğaydı, maddiydi. Onun sistemi aşkınlığa yer bırakmıyordu; onun Tanrısı bütünüyle içkindi, bir bakıma doğayla eşanlamlıydı. Spinoza bir durumun kendisini açıklamakta teolojinin despotizminden kurtulmayı ana hedef haline getirmişti ve doğayı açıklama konusunda insan ve bilinç eksenine vurgu yapmaktaydı. Tam da bu nedenle onun fikirleri dini olduğu kadar siyasi nedenlerden dolayı da tehlikeli görülüyordu. Bedenden ve fiziksel refah ilkesinden başlamak, bazı erkeklerin ilahi haklarla sahip olmayı miras alırken diğer erkeklerin ve tüm kadınların daha düşük bir statüye sahip olduğu doğal bir hiyerarşi fikrini reddetmek anlamına geliyordu. Aynı zamanda, en güçlü olanın hayatta kalması demek olan biyolojicilik Spinoza için liberal fikirlere yönelik bir tehdittir. Spinoza’nın arayışı hem biyolojinin gücünün farkında olan hem de özgürlük ve adaletin “aydınlanma” ilkeleri olarak adlandırdığımız ilkelere sadık olan bir etik sistem geliştirmekti. Bunu yapmaktaki amacı, olup biten ne varsa bunların tek ve aynı doğada cereyan ettiğini göstermekti.
“Köpek kavramı havlamaz” diyen Spinoza’nın ontolojik verili durum ile epistemolojik [bilgi] nesneyi birbirinden ayıran kategorik tarzı ardılları filozoflar tarafından aynı zamanda bir çıkış noktası olarak ele alınmıştır. Spinoza’nın aynı zamanda kimi düşünürler tarafından ilk modern filozof olarak adlandırılması da ifade ettiğimiz ayrımın [ontoloji epistemoloji] teolojik düzeyden arındırılması ile somutlanmıştır. Spinoza’ya göre bir olmadan da çok olunabilir çünkü niteliksel ve niceliksel kategoriler aynı düzeyin kategorileri değillerdir çünkü; varlık alanının betimlenmesi ile betimlenen alanın bilgisel niteliği aynı yerde değillerdir. Spinoza doğa durumu içerisinde düşüncenin değil gücün kendisinin bir anlamı olduğu üzerinde durur ve güç ile hak sahibi olmanın paralel bir şekilde ilerlediğini kaydeder. Negri’nin kuramsal inşasının kendisini Spinoza’daki siyasal form üzerine inşa etmesi aynı zamanda saf şiddetin güç/iktidar [Lenin’in “politika düşünceler ile değil güç ile yapılır” sözü bu bağlamda önemlidir] ikililiği üzerinden okuması bu bağlamda çıkış nosyonu bağlamında önem kazanmaktadır.
Spinoza’ya göre felsefe, hedefi mutluluk ve kurtuluş olan manevi bir uygulama gibidir. Çetin Balanuye de “Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor?” isimli kitabında felsefenin ancak yeterince emek verenleri ödüllendiren bilgeliğinden yararlandırmak niyetinde ve bunu ziyadesiyle başarıyor. Türkçe yazılmış felsefe kitapları içinde, onuncu baskısını yaparak nadir rastlanan bir başarıya imza atan bu kitap, Balanuye’nin çocukluk anılarından yola çıkarak felsefi sonuçlara ulaştığı samimi bir yapıya sahip. Bu nedenle ilk kitabın Spinoza felsefesine yeni başlayacaklar için daha uygun olduğu kanaatindeyim. Yazarın Spinoza üzerine olan ikinci kitabı ise yakın zamanlarda okuyucuları ile buluştu. “Spinoza: Bir Hakikat İfadesi” isimli bu kitapta Balanuye, Spinoza’yı bizzat filozofun kendisinden okuyarak anlamakta zorlananlara yardımda bulunmayı amaçlamakta ve bu zorlu görevi de son derece başarılı bir şekilde yerine getirmektedir. Bu nedenle ikinci kitabın üniversitelerin felsefe ve ilgili bölümlerinin ders izleklerinde sıkça göreceğiz diye düşünüyorum. Balanuye, Spinoza’nın felsefesini sadece anlatmakla kalmayıp aynı zamanda onun etkilerini günümüz dünyasına nasıl taşıdığını gösteriyor. Her iki kitap da Spinoza’nın derin düşüncelerini ve felsefesin anlamak isteyen herkes için önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Çünkü Balanuye’nin de dediği gibi “anlamak az da olsa dönüştürür.”
*Ankara Üniversitesi, DTCF, Felsefe Tarihi Bölümü – [email protected]
edebiyathaber.net (12 Temmuz 2024)