Sabahın beşinden beri çalışıyor olmasının verdiği yorgunluğu her yerinde hissediyordu. Kol pazılarında okkalı bir ağrı, ayak tabanlarında karıncalanmış bir uyuşukluk, her nefes alışverişinde sırtına saplanan derin bir sızı…
Evet, her zaman sefil çalışırlardı ama bayram ve Arife günleri öncesi bir başka sefil çalışırlardı. Kaynar şerbet lekeleriyle kızarmış kolu, metal teneke kesikleriyle süslenmiş parmakları, ne kadar yıkanırsa yıkansın asla geçmeyecek yağlı kıyafetleriyle bir köleden farksız hissederdi kendini.
Tüm tatlı imalathaneleri böyle miydi ki? Böyleydi ya! Ustanın en yakın arkadaşı, o da tatlıcıydı. Ama işleri, Hasan ustasınınki kadar iyi olmasa gerek, başka ustalar değil kendisi çalışırdı imalathanesinde. Hatta bir zaman imalathaneye borç üç beş çuval şeker almaya o gelmişti. Sonra ödeyecekti parasını. Gürültülü, eski Doblo’suyla; ustasının sıfır Volkswagen arabasının yanına yanaşmıştı. Uykusuzluktan gözleri yarı kapalı, ağır çalışmaktan iki büklüm olmuş beliyle girmişti içeri.
Herkes onu tanırdı zaten. İmalatın hepsini de alsa gitse kimse bir şey demez, “Hasan ustanın haberi vardır elbet!” diye düşünürlerdi.
Bitkin sesiyle selam vermişti içeridekilere. Kapı önündeki şeker çuvallarını bir bir kucaklamış, her an düşecekmiş gibi paytak paytak taşıyarak Doblo’suna yüklemiş, alelacele çekip gitmişti. O da tatlı imalathanesinde çalışmanın, her yerde, ne kadar zor ve insanlık dışı olduğunu işte bu zaman anlamıştı.
Yağlı hamur artıklarıyla bezeli tezgâhı, Hacer ablasının demesiyle üstünkörü temizledi. Hemen arkasında ceviz ve fıstık öğütülen tezgâh vardı, ona da bu sefer kendi hür iradesiyle, hemen el atıverdi. Gitti fırını kontrol etti, henüz yeteri kadar kızarmamış baklavalara sövdü. Koca kazanda şerbet ne kadar kalmış ona baktı, iyi! Yarın öğleye kadar yeterdi. Defolup gitmek uğruna, bünyesinde kalan gücünün son demlerini de bu işleri halletmeye ayırdı. Kameranın kör noktasına bir tabure çekip sızlayan ayaklarını gerdikçe gerdi.
Az biraz sonra Hacer ablası geldi. İmalatta, Hasan ustanın olmadığı zamanlarda, tüm yetki ondaydı. Fırını açtı, baklavalara baktı. Son baklavalar da şerbetlenip gidilecekti anlaşılan. Biriken çöpleri atan Sevde ablasıyla yeğeni Yılmaz da geldi kısa bir süre sonra. Onlar da önlüklerini ve boneleri çıkarmış, gitmeye hazırlanıyorlardı.
Sevde ablası imalatta en iyi anlaştığı kişiydi. O da olmasa nasıl geçerdi önündeki bir buçuk ay, bilemiyordu. Yılmaz! Yılmaz’la da iyi anlaşırdı anlaşmasına ama ondan birkaç yaş daha büyük olması, yaşadığı çevre ve arkadaş ortamlarındaki profillerin birbirlerine alabildiğine zıt olmasından dolayı bir yere kadar katlanılabilir oluyordu muhabbeti. Ayrıca az şerefsizlik yapmamıştı kendisine; Hasan usta, imalata yardım için gelince hemen başka işe sıvışıp azardan ve stresten kurtulmalar, motorla imalatta azalan malzemeleri almaya gidiyorum deyip yirmi dakikalık yolu bir saate gelmeler, lavaboya girip onlarca dakika çıkmamalar… O da alırdı intikamını tabii. Yanına bırakır mıydı bunları! Gizli gizli sigaraya çıktığını Sevde ablasına söyler, Sevda ablası bunu kuytu köşe bir yere çekip güzelce azarlar, gözlerini dolu dolu ederdi. Sevde ablasıyla anlaşırlar, bunu tesadüfen bir yakalama planına dönüştürürlerdi.
Hacer ablası aniden giriverdi lafa,
“Eeee kim tulumba dökmeye geliyor gece?”
Tulumba mı? Gece mi? On iki saat çalışma kimin neyine yetmiyordu!
“Ne tulumbası yine ya!” diye oflaya puflaya sordu.
Hacer ablası otuz iki dişi gözükecek şekilde sırıtarak,
“Yarın Arife ya Ökkeş! İki yüz elli kilo tulumba sabah servisine yetişecek.” dedi.
İki yüz elli kilo, diye yutkundu! Bir koca kazandan ne kadar tulumba çıkıyordu? Aşağı yukarı on beş kilo. On yedi tur tulumba. Sevde ablası kesin çalışacaktı. Tulumbadan o sorumluydu, ondan başka dökmeyi bilen yoktu. Yanında çalışsa mıydı bu gece? Yarın sabah da erkenden gider, o günü tamamalardı. Hiç baklava telaşını çekmez, sabah servise çıkacak arabanın soğuk ve aceleci rüzgârını hissetmez, Hasan ustanın yeni uyanmış mahur halinin zorbalığına maruz kalmaz… Sevde ablasıyla usul usul çıkar giderdi.
“Tamam ben gelirim,” dedi.
Sevde ablası hep o samimi tavrıyla,
“Vaay Ökkeş, afferin lan!” diye sırtını sıvazladı.
“Kaç gibi geleyim.”
Arkasındaki tezgâha yaslanan Sevde ablası, tek gözünü kapatıp tavana dikti gözlerini. Dudakları hafif hafif kıpırdadı, hesap kitap yaptı.
“On birde burada olalım.” dedi.
Saat zaten altıydı.
Eve gitti. Annesine, kendisini saat onda uyandırmasını tembihledi, uzandı yatağına. Yumdu gözlerini, yumduğu gibi de uyudu.
Sol tarafından kendisini dürten ince, soluk sesle uyandı,
“Oğlum hadi kalk!”
Gözlerini yorgunluktan aralayamadı. Zorla kaldırdığı, yarı uyuşuk elleriyle ovuşturdu gözlerini. Mızmızlandı önce biraz. Annesi çaresiz dürtmeye devam etti kendisini.
“Hadi kalk oğlum, çorba yaptım onu iç de öyle git bare.” diyerek kendince şevklendirdi.
Güç bela doğruldu, yüzünü yıkadı. Yağ, ter ve şerbet kokan tişörtünü, kendisine büyük geldiği için işten başka hiçbir yerde giyemediği, paçaları yere sürtmesin diye de belini birkaç defa kıvırdığı, rengi solmuş mavi eşofmanını da giydikten sonra kavurucu yaz akşamında annesinin yaptığı çorbayı iştahla içti.
Yedi saat daha… Sadece yedi saat daha çalışacaktı ve geriye kalan tüm gün kendisinindi. İkindiye kadar kesintisiz uyur. Ağzı kupkuru uyanır, suyun tadını gerçekten duyumsayarak içer, akşamına da çıkar arkadaşlarıyla bir gece kordonu yapardı. Bunları düşlemek bile güçle doldurdu tüm uzuvları.
İmalathaneye gitti, ışıklar açıktı. Sevde ablası kendisinden önce gelmişti demek ki. Saate baktı, yenice on bir oluyordu. İçeri girdi, kafasına bone takacaktı ama vazgeçti, bir süre sonra alnını kıpkırmızı yapıyor, dayanılmaz bir rahatsızlık veriyordu kendisine. Çamaşır makinesinin içinden, yıkanmış ama henüz kurumamış önlüğünü takıp içeri tarafa geçti. Sevde ablası bir kazan tulumba hamurunu yoğurmuş, daha hızlı soğuması için oklavayla tezgâha sermeye başlamıştı bile.
“Ne zaman geldin sen?” diye sitemkâr şekilde sordu.
Kendisine niye söylememişti ki? O da gelir, yardım ederdi. Ne zaman ona yardım etmekten kaçmıştı. Ramazan Bayramı öncesi, işe ilk girdiği zamanlar, yüzlerce belki de binlerce tepsi baklavayı servis arabasına yerleştirmesine yardım etmemiş miydi?
“Yarım saat oluyor.” dedi.
Ardından kendisinin konuşmasına izin dahi vermeden,
“Hadi ocağa su koy da ısıtalım, diğer turu da yoğuralım hemen.” dedi.
…
…
…
Saat gece bir buçuğa geliyordu. Ocaklar harıl harıl yanıyor, koca koca kazanlarda tulumbalar dur durak bilmeden birbiri ardına pişiyordu. Sevde ablasıyla kendisinin mecali ise şu havasız imalat içinde; şerbetlerle, kazanlarla, tatlılarla birlikte bayatladıkça bayatlıyordu.
“Sevde abla… ” dedi. Sustu. Bir tur daha nazikçe karıştırdı henüz hamur şeklindeki tulumbayı.
“Sevde abla…” dedi tekrar.
“Bi’ çay içelim mi be?” diye sordu.
Sanki uzun zamandır bu teklifi bekliyormuş gibi hemen ocakların altını kıstı Sevde ablası.
“İçelim hadi.” diyerek mutfak tarafında yöneldi.
Çay sebilinden iki bardak çay aldılar kendilerine. Hasan ustanın evine çıkan hol tarafındaki kapıyı açtılar ve merdivene oturdular.
Üç katlı bir evdi burası. En alt kat imalat, bir üst katı Hasan ustanın evi, en üst kat ise depo olarak kullanılıyordu. Ve, bu evin katlarına çıkan merdivenlerden tarafa giden hol, en güzel yerdi dinlenmek için. Yazın tüm ılık rüzgârı, bu holden tarafa eser; kavurucu sıcağa rağmen en soğuk fayanslar da bu holden tarafta olurdu.
“Kaç tur kaldı?” diye sordu Sevde ablasına.
“Bilmem daha var.”
Sustular sonra. Ilık geceye, çaylarını içerken çıkardıkları sesler eşlik etti sadece.
“E hadi kalkalım artık.” diye Sevde ablası sonlandırdı molayı.
Kalktılar. Ocakların altını harıl harıl yaktılar yine. Makineye teptiler hamuru. Pişenleri çıkardılar, şerbetlediler. Doldurdular büyükçe derin tepsilere. Döngüye girdiler. Terlediler, içten içe sövdüler, geceyi kovaladılar imalattan, sabahı davet ettiler. Ne gece gitti ne sabah geldi.
“Bi’ mola daha mı versek be Sevde abla?”
“Olur, verelim.”
Bir fincan çay daha doldurup yine çıktılar hole. Uykusuzluktan, yorgunluktan olsa gerek ikisi de susuyor, belki de sabahı düşlüyorlardı, bu insan yapımı cehennemi terk ettikleri sabahı.
Çayın sonuna gelmişti. Sevde ablasına baktı, başını eline yaslamış uyuyordu. Mecbur dürttü.
“Sevde abla uyan.”
Birazcık kıpırdandı Sevde ablası, uyanmadı.
Saate baktı telefonundan.
“Üç buçukta uyandıracağım bak!” diyerek bir daha dürttü.
“Tamam.” dedi Sevde ablası yarım ağızla.
Saat üç buçuk oldu. Sevde ablasını bu sefer daha da kuvvetli dürttü. Korkuyla irkilen Sevde ablasının gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Hadi Sevde abla bitirelim şu işi beş buçuk olmadan.”
Apar topar ayaklandılar. Kısık ateşi harladılar yine. Makineye güç bela teptiler kalan hamurları.
Yetişmeyecekti.
“Yetişmeyecek.” dedi Sevde ablasına.
Kazan başındaki Sevde ablası,
“Gelsinler kendileri döksünler o zaman.” dedi duygulardan arınmış ses tonuyla.
Saat beş buçuk oldu. Birkaç dakika sonra Hacer ablası geldi.
“Ne kadar kaldı.” diye sordu.
“5 tur falan.” diye cevapladı Sevde ablası.
“Usta gelir birazdan.”
“Gelsin.”
Saat altı buçuğa doğru Hasan usta imalata geldi.
Ocak başındaki kızarmış tulumbayı şerbet kazanına aktaran Sevde ablası,
“Usta, üç tur kaldı bitiremedik. Kalanını siz döker misiniz?”
Elleri belinde, suratı sabah ekşiliğindeki Hasan usta,
“Dökerim Sevde.” dedi.
Şerbetini çekmiş tulumbaları tepsiye boşaltan Sevde ablası, ellerini yıkamak için lavabodan tarafa gitti. Ardından o da usul usul takip etti Sevde ablasını.
“Gidiyor muyuz?” diye sordu içinde bastırmaya çalıştığı sevinç çığlıklarıyla.
“Gidelim. Önlüğünü falan çıkar hadi.”
Önlüğünü çıkardı, ellerini yıkadı. Çıkmak için kapıya doğru yöneldiler.
“Biz gidiyoruz usta.” dedi Sevde ablası.
Yanında kendisini de gören Hasan usta,
“Ökkeş! Sen de mi gidiyon, ben kimle dökeceğim tulumbayı.”
Kimle mi dökecekmiş! Kimle dökersen dök bana ne, dedi içinden.
“Yoruldum usta gidiyorum.” dedi ürkek ürkek.
Hasan usta bir şey demedi. Çıktılar imalattan.
Havada yeni bir günün tazeliği, özgürlüğün ılıklığı…
edebiyathaber.net (18 Temmuz 2024)