Betül Tarıman’ın Bir Rüya İçin Gerekli Şeyler adlı şiir kitabı geçtiğimiz günlerde Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarla son kitabı hakkında konuştuk.
Söyleşi: Onur Köybaşı
Kendinize ayırdığınız parçalarla, o müthiş lezzetle, kırgınlıklarla, küslüklerle, devletle, rab ve atlarla… Yüceltmediğiniz her şeyle, itibar etmeyi reddetmenin cesaretiyle, neşesi kalmayan bu dünyada, şimdi burada sizinleyiz. Hoş geldiniz sevgili Betül Tarıman. Sorulara başlamadan önce bize eşlik edecek bir şarkı rica etsem sizden?
İstemsizce geldiğimiz bu dünyada bazen yaşıyor olmanın usancı bazen sevinciyle ve elbette türlü duygularla sizin de bahsettiğiniz gibi kırgınlıklar, küslükler, öfke, çoğu kez bir şey yapamamanın hüznüyle, neşesi kalmayan bu dünyada yaşayıp gidiyoruz işte. Hayat hep zordu. Bundan sonra da kolay olmayacak. Sevinçler, kederler, savaşlar, katliamlar hep yaşanacak. Ne ki insan hep acı çekti. Doğa ile bütünleşemedi. Hatta hayatını daha da karmaşıklaştırdı. Neredeyse cehennemini yarattı. Şimdilerdeyse bir avuç insanın çırpınmasıyla bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Sonuç ne olur? Bilemiyorum. Bu bilinmezlikler içerisinde çok da mutlu olduğum söylenemez. Bu nedenle dünyaya ilişkin haberleri okudukça kaygım, öfkem gün geçtikçe artıyor. Gün geçtikçe yalnızlaşıyor, kabuğuma çekiliyor, bu yaşanmaz dünyada elimden geldiğince huzur bulmaya çalışıyorum. Böyle zamanlarda bu ruh hali ile dinlediğim Eleni Karaindrou’nun Eternity and a Day adlı bir şarkısı vardır. Madem öyle söyleşi boyunca bize o eşlik etsin.
Bir Rüya İçin Gerekli Şeyler kitabınız Ayrıntı Yayınları etiketiyle yakın zamanda okuyucusuyla buluştu, hayırlı olsun. Kitap, aslında kişinin kendine dönerken gittiği yolda rastladıklarıyla, içindeki kayayla yaşamayı öğrenmekle, hatta o kayayı büyütmekle ilgili biraz da. Kendiyle yüzleşmenin, kendine bakıp varlığının lezzetine varma yolculuğu ve çok daha fazlası. Nasıl gelişti bu kitabın hikâyesi, varmayı başarabildiniz mi kendinize?
Epeydir bu dünyaya ait olmadığımı düşünüyor, kendime ve dünyaya dair pek çok şeyi uzun zamandan beri sorguluyorum. Lakin yalnızlaştım. Kendime ait kurguladığım hayatta, dünyanın evinde, evin dünyasında yaşayıp gidiyorum. Çevremde birileri var mı? Var. Fakat çok az. Bu beni kimi kez zorlasa da çoğunlukla halimden memnunum. Akşam olup da iş çıkışı eve geldiğimde dışarının hayatı bitiyor, evin dünyası başlıyor. Kitaptı, sinemaydı derken yastığa başımı koyduğumda uzun süre uykuya dalamıyor, yaşadıklarımızı, yaşadıklarımı düşünmeye başlıyorum. Hüzünlenmemek elde değil. Ya da hüzünlü rüyalar görmemek… Bir takım rüyalar görüyorum. Fakat bu rüyaların pek çoğunu hatırlamıyorum. Gördüğüm rüyaları yine de hayra yormak istiyorum. Sonrasında da kimi şiir olup çıkıyor kimi de başka şeylere vesile oluyor. Her şeyin ötesinde bir de dünden getirdiğim, benimle bütünleşmiş şeyler var. Hepsinden, arınmak, yeni bir ben yaratmak hiç de kolay değil. Olmadı da. Yüzleşmek de… Bu çok acı. Çocukluğun, ailen… Kurduğum yeni ben… İnsan galiba kendisinden vazgeçmek istemiyor. Daha temkinli, ne yapmak istediğinin farkında… Belki de bu yüzden “ insan kendinden vazgeçemiyor suat ” dizesiyle bitiyorum Rab Yüzüne Tükürdü şiirimi. Lakin yaşam dikenli taşlı uzun sandığımız bir yol. Bu yolda kendime varabildim mi? Sanmıyorum.
Kitap, küslüğün iyi bir şey olmadığını ama insanla aranızda bu küslüğün olduğunun itirafıyla açılıyor okuyucuya. Nerede başladı bu küslük, onarılamaz mı, ya da onarılmaya çok mu geç kalındı?
Evet, kitap sizin de söylediğiniz gibi “küslük iyi bir şey değil ama / vardı insanla aramda” ithafıyla okura açılıyor. Ben küslüğün doğumla, doğumumla başladığını düşünüyorum. Seçme şansımızın olmadığı bir aileye, dünyaya fırlatılıp atılıveriyoruz. Hani başta da dediğim gibi istemsizce geldiğimiz dünyaya… Evet, istemsizce… Bir de kim yaşadığı coğrafyayı, aileyi seçebilme şansına sahip olmuş ki? Buna bir de kadın olma hallerini eklersek işin rengi daha da değişiyor. Çelişkiler, zorbalıklar, eşitsizlikler, adaletsizler ve daha pek çok şey… İşte belki de bu nedenle insanla aramda bir mesafe var. Bu yara onarılabilir mi? Bilemiyorum. Ama en çok canlıların yeryüzünde huzur içinde yaşadıkları bir dünya hayal ediyorum. Bunu görebilirsem belki o zaman içimdeki yara onarılabilir.
İlahlara İtibar Etmeyin şiiriniz, bir üretimi, ünlü birini, bir şarkıyı, bir filmi… Bazen birçok şeyi abartıyor olabildiğimizi düşündürttü bana. Birçok şeye böyle fazlaca anlam katıp onu yüceltme konusunda abartmaya meyilli miyiz? Sürekli bir kurtarıcı bekliyor gibiyiz. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Ve en son neye itibar etmeyi bıraktınız?
Sondan başa giderek sorunuzu cevaplayacağım. Ayrıntılara takılan, kendiyle, dünya ile derdi olan biri olarak hiçbir şeye itibar etmiyorum. Sanırım pek çok şeyi abartıyor, anlam yüklüyor, yüceltiyor sonra da üzülüyoruz. Asıl kurtarıcının kendimiz olduğunu bilmeyip de bir kurtarıcı bekleyenlerimizse çoğunlukta.
Kitabın muhteşem bir kapak görseli var. Bu harika kapak Ayla Aksoyoğlu’na ait. Nasıl kesişti yollarınız Aksoyoğlu’yla? Sizce şiir kitaplarında kapak görsellerine yeterince özen ve önem gösteriliyor mu ülkemizde? Kapağın, içeriği yeterince yansıttığını düşünüyor musunuz?
Yedi ya da sekiz yıl önce Beşikdüzü’ne fotoğraf sanatçısı Işın Kurutluoğlu ile birlikte bir etkinlik için davet edilmiştik. Sevgili Ayla ile orada tanıştım. Etkinlik öncesi bir akşam bizi evine şarap içmeye davet etmişti. İyi ki de gitmişiz. O geceyi, balkonunda yaptığımız sohbeti, yüzümüze asılan kocaman gülümsemeleri, gardırop, halı altı dâhil olmak üzere evin her yerinden çıkan resimleri, eskiz defterlerini, okuduğu kitapları dün gibi hatırlıyorum. Sanırım onunla enerjilerimiz tutmuştu. Antalya’ya döndüğümde de kahramanı Ayla olan bir öykü kurgulamış, oturup yazmıştım. Öykü bittikten sonra da öyküyü ona ithaf etmiştim. Bu öykü daha sonra Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Rıza Bıyık adlı öykü kitabımda yer aldı. Çeşitli sebeplerle bu haziran ayına kadar onunla bir daha yüz yüze gelemedik. Ama her ikimizde ürettik. Ayrıntı Yayınları’ndan Bir Rüya İçin Gerekli Şeyler kitabımın çıkmasına az bir zaman kala yayınevi kapak görseli için benim de fikrimi almak istedi. Aklıma hemen Ayla geldi. O da bana bazı öneriler sundu. Önerilenlerden kitabın ruhuna en fazla uygun olduğunu düşündüğüm Ana Tanrıça’nın Geyiği, Fragmanlar serisinden biriydi. İşte kitabın kapak görseli de o. Bu arada ikimizde yoğunuz. İkimizde çalışıyor, üretiyoruz. Hatta o, onca işinin arasında bir de gelecek yıl Ayrıntı Yayınları’ndan çıkacak Geçmiş Gelecektir adlı felsefe kitabı için Fransa’ya bu kış gitmiş Jaques Ranciere, Alain Badiou, Etienne Balibar, Maurice Godelier gibi yaşayan Fransız filozofların portrelerini çizmiş. Bunu da sohbetimiz sırasında öğrendim. Evet, aramızda kilometreler var ama sanat bazen uzakları yakın edebiliyor.
Sizi takip ettiğim kadarıyla sinemayla da ilgili olduğunuzu biliyorum. Film zevklerimizin de oldukça örtüştüğünü söyleyebilirim. Kapanır Çizgiler Açılır Yara şiirinizde, Abbas Kiyarüstami’ye de bir selam yolluyorsunuz. Sinemanın şiirinize sirayet ettiği oluyor mu? Bu aralar hangi film sizi çok etkiledi?
Beni etkileyen, unutamadığım pek çok film var. İçlerinden hangisini seçip söylesem bilemedim. Fakat son izlediğim ve yönetmen koltuğuna Cordula Kablitz – Post’un oturduğu Lou Andreas – Salome adlı bir film var. Burada bu filmi anmak isterim. Çünkü 2016 yapımı bu filmden çok etkilendim. Bunun dışında sinema uzun zamandan beri hayatımda. Ve iyi ki de hayatımda. İyi yönetmenlerin, oyuncuların elinden çıkan filmleri izlediğimde duygum ikiye katlanıyor. Bu dünyadan başka bir dünyaya geçiyor, başka yaşantılar arasında geziniyor sonra da kendime, dünyaya farklı bir pencereden bakıyorum. Neredeyse her akşam bir film izliyorum. Bu sanki olmazsa olmaz. Bazen yönetmen yönetmen bazen de oyuncular üzerinden tercihlerimi yapıyorum. Ne de olsa sinema birçok sanatı içinde barındıran bir disiplin. Doğaldır ki izlediğim filmler beni pek çok bakımdan besliyor.
Bu soru sadece kitabı okuyanlar ve okuyacaklar için gelsin o zaman :
Merhamet Efendi bugün de mi gelmedi ve gerçekten nezaket bitti mi?
Soruyu okurken aklıma erken bir zamanda kaybettiğimiz Seyhan Erözçelik’in Jestlerin Ölümü şiiri geldi. “ Gülleri de eskittik / Zaten almıyoruz. Gül zamanları geçti. / Rüzgâr esti. Sert esti. Jestler bitti / Kendimizi kaybettik. / Gül verecek kimse de kalmadı.” Seyhan böyle diyor hafızamdan silinmeyen bu şiirinde. Evet, o eski güzel günler bitti. Aslında çok önce bitti. Kapıdan uzatılan bir tas çorbanın iyiliği, güler yüzler, içten bir sarılış… Güller artık kokulu değil, plastik bir çağda yaşıyoruz. Pencere önlerine plastik çiçekler koyuyor, bahçelerimizi plastik çimlerle yeşillendiriyoruz. Evler öldü, evlerin ruhu öldü. Herkesin birbirine benzediği, ekosisteme zarar verdiği bir çağ artık bu çağ. Bunu hissetmemek mümkün mü? Değil elbette. Lakin bu dünya hassas insanlar için yaşanacak bir yer olmaktan çoktan çıktı. Belki de bu nedenle kendimize, yalnızlığımıza çekildik. Belki de bu nedenle Merhamet Efendi gelmedi. Bugün de gelmedi. Nezaket’se bir isim olmaktan başka bir şey değil artık.
Cidden kalmadı mı neşesi bu dünyanın ya da sizin dünyanız nerede neşesini kaybetmeye başladı?
Kurduğum, kurguladığım dünyada uzun zamandan beri şiir yazıyor, okuyor kötülüğün sıradanlaştığı, insanların ruhuna nüfuz ettiği dünyada nefes almaya çalışıyorum. Bazen binlerce yıl öncesini düşündüğüm de olmuyor değil. Acaba o zaman insanlar mutlu muydular diye soruyorum çoğu kez kendi kendime. Bu konuda kesin cevap veremiyorum. Umutsuz olmak istemiyorum ama yine de neşemin doğumumla, dünyaya gözümü açmamla kaçtığını düşünmekten kendimi alamıyorum. Mutlu olduğum zamanlar yok mu? Var elbette. O da doğada olduğum, doğayla bütünleştiğim, bin yedi yüzlere çıktığım, yağmura, fırtınaya tutulduğum, bir kır kahvesinde ya da bir köy evinde konakladığım zamanlar. Fakat her şeye rağmen yine de umutsuz olmamak gerektiğini düşünüyorum. Hem zaten Gabriel Garcia Marquez de“ Umut karın doyurmaz”, dedi kadın. “Karın doyurmaz ama insanı ayakta tutar,” diye yanıtladı albay.” dememiş miydi?
En çok nelerden sıkılıyorsunuz bugünlerde ve en son okuduğunuz şiir kitabı?
Soruyu okuyunca nelerden sıkıldığımı saymaya kalksam birden fazla şey yazacağımı düşündüm. Çünkü çevremde can sıkıntısına neden olabilecek öyle çok uyaran var ki… O zaman tek bir cevap vereceğim size. İnsandan sıkıldım. Onların vurdumduymazlıklarından, ikiyüzlülüklerinden, kibirlerinden, yalanlarından… Bu arada elimden geldiğince yeni çıkan kitapları, şiir kitaplarını izlemeye çalışıyorum. Sonuçta dünya değişti. Şiir de değişiyor. Farklı bir şiir yazılıyor şimdilerde gençler tarafından. Metis Yayınları çok az şiir kitabı yayınlayan bir yayınevi. Daha önce Kutay Onaylı adına rastlamamıştım. Bu nedenle burada son okuduğum şiir kitabı olduğu için Metis Yayınlarından Kutay Onaylı imzasıyla çıkan Türkolmak adlı kitabı anmak istiyorum. 94 doğumlu Onaylı’nın bundan sonra yapacaklarını merak ediyorum.
Ve son olarak: “Hadi dünyayı kapatıyoruz hanımlar, beyler!” diye anons geçiliyor. Durum çok ciddi. Siz de çantanızı hazırlıyorsunuz. Gerçekten gidiyoruz yani. En son ne bırakmak isterdiniz dünyaya?
Geçen yıl Antalya’da Türkiye’nin ilk nekropolü açıldı. Nekropolü gezmeye gittiğimde ürpermedim desem yalan olur. Bir zamanlar şimdilerde yaşadığımız dünyada soluk alıp vermiş, savaşlar görmüş, kimi kez umutlanmış, kederlenmiş ve neredeyse iki bin yıl önce bu topraklarda gezinmiş ama şimdilerde sayıdan ibaret insanlara ait mezarlardı bu mezarlar. Çünkü her mezarın başında bir rakam vardı. Acı ama gerçek ölüler rakamdan ibaretti. Lakin insan yaşarken öleceğini çoğu zaman düşünmüyor ya da ölümün korkunçluğu karşısında suskun kalmayı tercih ediyor, bu duyguyu bastırıyor. Her ne olursa olsun yaşam devam ediyor. Umut ve umutsuzluk, ölüm ve yaşam hep yan yana. İkiz kardeş gibiler. Çoğu zaman bu dünyadan yok olup gitmek istesem de doğanın muhteşem güzelliği karşısında dilim tutuluyor. Diğer sorunuza gelince… En son ne mi bırakmak isterdim bu dünyada? Bunu hiç düşünmedim.
edebiyathaber.net (1 Ağustos 2024)