Öykü: Misafir | Nuriye Yıldız

Ağustos 10, 2024

Öykü: Misafir | Nuriye Yıldız

Misafir dediğin iki gün kalır, hadi bilemedin üç. Sonra gider. Geldiği yerde böylesine çöreklenip kalmaz. Bilemezdim bizde bu denli uzun süre kalacağını. An geldi, yüzümü eğdim, sohbeti kestim. Hiç oralı olmadı. Kabahat bendeydi. Ta baştan “Hayır!” diyememiştim. Hoş bu yaşıma geldim hâlâ birine hayır demeyi bir türlü beceremem. Yüreğim dese de ah şu dilim var ya dilim, kendi başına buyruk, kökünden kesip atasım var, nedense hiç söz dinlemez.

Şimdi düşünüyorum da üzerinden neredeyse elli sene geçmiş. Ben hâlâ kabuk bağlamış eski ve derin bir yaranın izlerini taşıyorum. Daha dün gibi aklımda! Her zamanki gibi akşam yemeğini hazırlıyordum. Kapı çalındı. Gittim, açtım. Karşımda arkadaşım. Kardeş bildiğim. O zamanlar öyleydi Allah için. Sahi adı neydi? Gerçekten unuttum mu yoksa hatırlamak mı istemiyorum şimdi? İnanın ben de bilmiyorum. Ha ne diyordum karşımda durmuş, akşam vakti pek ağlamaklı ve mahzun bir halde bana bakıyordu. Aklımda kaldığı kadarıyla, “Ev sahibim bu saatte beni sokağa attı, kapım sana hep açık derdin, atladım bir taksiye geldim. Sokakta kalmama zaten senin gönlün hiç razı gelmez ki!” dedi ve devam etti “ Fazla bir eşyam da yok. Hepi topu biraz kitap. Üç beş de kıyafet, onlar da bunun içinde” deyip eski suratlı valizini elime tutuşturdu. Sonra da “İsmail gelip bana yardım etmez mi? Kitap kolilerim aşağıda sokakta kaldı.” dedi. Kim geldi diye zaten çoktan merak edip kapıya gelmişti kocam. “Hadi git, kitapları getir!” dememe kalmadı, hemen bir koşu aşağıya indi ve beş kolinin beşini de tek başına yukarıya taşıdı. İçleri ağzına dek kitap dolu kolileri önce arkaya, küçük misafir odasına götürdü; sonra da ayakaltında kalabalık yapmasın diye metal karyolanın altına itti.

Arkadaşımın misafirliği uzadıkça uzadı. Hatta misafirlikten çıktı, kendi başına buyruk bir hane sakinine döndü. Önceleri inanın hiç rahatsızlık duymadım. Aksine hoşuma bile gitti. Yalan değil. Sofrada üç kişi olmak, işlerden arta kalan zamanlarımda iki lafın belini kırmak hoşuma da gitmiyor değildi hani. Kocam dışında biriyle sohbet etmek bana da iyi geliyordu. İçim ferahlıyordu bir nebze. Sonradan yavaş yavaş başladı batmaya. Elbette durduk yere değildi. Bizden hiç gidesi yoktu. Sürekli söylenmeleri bir türlü bitmiyordu; sofrada “Çok yoruldum, bıktım ben bu hayattan,” diye söyleniyordu hep. ”Bir iş bulsam!” diyordu demesine ama evden vazgeçtim yatağından bile çıkmıyordu. Sabah nasıl bıraktıysam akşam eve dönünce aynı şekilde buluyordum. Kapısını aralayıp içeriye baktığımda yatağın içinde, uzun soluk yeşil entarisi üzerinde, elinde bir kitap, okuyor gibi mi yapıyordu, yoksa gerçekten mi okuyordu, kestiremiyordum. Ona çok imreniyordum. Keşke ben de onun gibi kitap okuyabilseydim! Ama on dakika bile boş vaktim yoktu. Zamanla benimle sohbetleri seyrekleşti ve neredeyse bitmeye ramak kaldı. O bana soğuk davrandıkça ben de soğudum ondan.

Hafta içi, akşamları eve yorgun argın döndüğümde kahvaltı masasını sabah nasıl bıraktıysam öyle buluyordum. Aceleden toplayamayıp masa üzerinde bıraktığım kahvaltılıklar, salatalık, domates artıkları, yarısı yenmiş meyve parçaları sineklerin oyun alanına dönmüş oluyor, sinekler keyifle birinden diğerine uçuşuyorlardı. Onlar keyifliydi keyifli olmasına ama ben değildim. Ev hem kokmuş yemek hem de sinek kokuyordu sanki. Kapıları, pencereleri sonuna dek açmam da hiç fayda etmiyordu. Kızıyordum elbette arkadaşıma. İnsan bari sofrayı toplar demekle başladı sanırım ilk kırılmalarım kendi içimde. Böyle düşündüğüm için de kendime öfkeleniyordum. Boşuna değildi. Arkadaşımdan ruhen uzaklaşıyordum, varlığı da batmaya başladı bana nihayetinde. Elimden gelse bir kaşık suda boğacağım safhasına da geçtim sonunda. Selamı sabahı keseceğim. Kendimize ait sadece bir pazarımız vardı, onu da aile ziyaretleri, nişanlar, düğünlerle geçiriyorduk. O hep evde kalıyordu. Hafta sonları odasından çıkıp tuvalete giderken veya boşalmış sürahisine mutfaktan su doldurup hemen odasına dönerken görüyordum sadece. Evdeysek, sofraya çağırdığımızda gelip bizimle bir şeyler atıştırıyordu, sonra ya kocamla derin bir sohbete koyuluyordu ya da hemencecik odasına dönüp kapısını kapatıyordu.

Misafirliği çoktan üç günü geçmiş, altıncı ayını sürüyordu. Rahatsızlığım arttıkça artıyor, kendimi enayi yerine konulmuş hissediyordum. Ben içimde kıvrandıkça kıvranıyorum, dualar ediyordum bir mucize olsun da çekip gitsin diye. Gencim genç olmasına ama benim de gücüm bir yere kadar. Pilim çabuk bitiyor; iş, çalışarak sürdürmeye çalıştığım okul hayatım, ev, koca, aile ziyaretleri derken zaten ağır mı ağır yüküm. Okulu mu bıraksam diyorum bir ara. En kolayı o çünkü. Kocayı bırakacak değilim ya! İş ise ihtimal dâhilinde bile değil. Kocam çalışmıyor, henüz tıpta öğrenci. Kiramızı kim ödeyecek, karnımızı kim doyuracak? Madem dinlemedik ailelerimizi evlendik, başa gelen çekilecek. Bir de nereden çıktı başıma şimdi bu arkadaş? Söylendikçe söyleniyorum. Sevdiğim de somurtuyor bana artık. Evde sonunda üç yabancıyız birbirimize. Üç mutsuz yüz. Bedbahtlığımdan ölüyorum, nefessiz kalıyorum acımdan. Ya bu deveyi güdersin ya da bu diyardan gidersin misali. Çaresizim, kararsızım. Utanıyorum, yekten “Çek git!” diyemiyorum bir türlü, “sana artık hiç tahammülüm yok!” Bana böyle öğretilmiş. Misafir baş üstünde tutulur. En iyi yemekleri yer, en iyi yataklarda yatar. Tersini yapsam, haşa! Korkuyorum. Annem mezarından çıkıp gelecekmiş gibi geliyor hep bana. Zaten epeydir sürekli rüyalarıma giriyor, kâbusum oluyor. Parmak sallayıp duruyor. Bazı geceler, hızını alamıyor bir de terlik fırlatıyor suratıma. Ah anam, canım anam, ölmüş olsa bile bir yolunu bulup rüyalarımda o terliği bana fırlatıyor. Terlik gelip kaşımı yarıyor. İkinci bir terlik izi kalıyor kaşımda. Elim kolum bağlı. Geceleri dişlerimi gıcırdattıkça gıcırdatıyorum. Uyanır uyanmaz ilk iş kaşımı yokluyorum gerçekten yeni bir terlik izi var mı diye. Gündüzleri uykusuzluktan ruh gibi dolanıyorum, çenemin ağrısı da cabası. Derdimi kimselere anlatamıyorum. Sonsuz ve çözümsüz ihtimallerde battıkça batıyorum, su yüzüne çıkamıyorum bir türlü, ha boğuldum ha boğulacağım. Derken gücüm tükeniyor. Dibe çekiliyorum tümden.

Yemeğini pişiren ben, çamaşırını yıkayan da hatta “elimde kalmaz ya!” deyip bir de ütüleyen, donuna dek. Sonra da kendime kızıyorum, bir güzel. Sitem manyağı yapıyorum kendimi. Kabaran öfkem de cabası. Yemek hazır olunca, sofrayı kurarken uzaktan ortaya sesleniyorum “Haydi, sofra hazır! Herkes sofraya!” Kocamın da huyları değişti son zamanlarda. Eskiden bana birazcık da olsa yardım ederdi, yardım derken alt tarafı sofrayı kurardı. Keyfi yerindeyse, yorgun değilse yemekten sonra bulaşıkları mutfağa götürür ya tezgâhın üzerine ya da eviyenin içine bırakırdı. Bir kişiyken ikiye çıktı yüküm. Kime şikâyet edebilirim ki? Hangi arkadaşıma dert yanabilirim? Onu herkes tanıyor ve pek seviyor. Sonra bana ne derler? “Ayıp değil mi? Bir arkadaşını bile idare edemedin! Darda kalmış, gelip sana sığınmış. O kadar mı vicdansız birisin sen? Hele biraz daha sabret, gider elbet. Sonsuza dek sizde kalacak değil ya! Bırak hele bir kendine gelsin. Belli ki derin bir buhranda.” Seveyim buhranını. Asıl bunalımda olan benim hem de depderin. Gider başlarına kalır korkusundan mı böyle konuşmaları? Bilemedim.

Baktım ki sinekli evin gönüllü ve maaşsız hizmetçisi olmuşum sonunda ben. İşten veya okuldan sonra bir koşu alışverişe git. Tezgâhlar toplanmak üzereyken pazara uğra. En taze ve en ucuzunu almaya gayret et. Eve gel. Yemeği yap. Sofrayı kur. Daha bitmeden emirler yağdırsın kocan. “Sakın ha, çay demlemeyi de ihmal etme mutfağa gitmişken! Ne o, çayın yanında bisküvi filan yok mu? Münevver de sever, mutfakta dolapta olacaktı, bir paket petit beurre bisküvi de getir! Sana dedim, kalkmadın mı hâlâ sen yerinden?” Sırada bulaşık faslı var daha. Bulaşıkları yıka, bezle kurula, yerlerine kaldır tek tek. Oturup hiç dinlenme. Onlar oturma odasında. Keyifler gayet yerinde. Sen içinden konuş dur sevdiğin adamla, sitem de et “Ah canım!” de “biz böyle miydik? Sonumuz böyle mi olacaktı?” diye ağlan dur kendi kendine. ”Sonunda sen de bıraktın beni, uydun bir deli kıza. Onun gibi yan gelip yatıyorsun, eve gelince oturma odasına çekilip dinleniyorsun, ders çalışma ayağına.” Yemekten sonra sesleriniz geliyor ta mutfağa. Nasıl da güzel kahkahalar atıyorsunuz! Ne anlatıyor da seni böylesine güldürüyor benimki? Bir tahminim bile yok. Can atıyorum aranızda olmaya, gülüşlerinize katılmaya. Bir cevap veren yok sitemlerime. İç sesim dinmiyor. Çok yorgunum. Zor atıyorum kendimi yatağa. Bir iki satır ders çalışmaya çabalıyorum. Yakında vizeler başlayınca zorlanmayayım niyetiyle. Başım daha yastığa değer değmez uyuya kalıyorum. Siz devam ediyorsunuz sohbetlerinize.

Misafirimizin hiç mi hiç gidesi yok. Bir iş bulmalı her şeyden önce. Oturduğu yerden mi bulacak? Acaba söylesem mi iş arasın diye? Ya terslerse beni? Yelteneyim mi bu işe? Bir akşam hafiften konuyu açar gibi oluyorum. Onun cevap vermesine kalmıyor, aptal kocam “Kızı rahat bırak! İş mi yok ona?” diye azarlıyor beni. Allah’ım, Ya Rabbim, yemin etmişler ikisi bir olup öldürecekler bu gidişle beni. Gücüm tükeniyor. İlla söylemem mi lazım? Kardeşim değil, akrabam değil. Aksine evimde yabancı bir asalak artık sadece. Üç günlüğüne diye gelmiş, aylar olmuş. Yiyor, içiyor, rahat bir evde yan gelip yatıyor. Kendine ait bir odası da cabası. Gerçek şu ki ben artık onu eskisi gibi sevmiyorum. Sanki kolilerdeki tüm kitapları okuyup bitirdi. Yoksa yeni baştan mı başladı okumaya? Yakında bizim kitaplara da dadanır. “İstersen bizim kitapları da oku!” diyesim bile yok.

Birbirlerine öyle şehvetle bakışlarını yakalamasaydım bende asla sigorta atmaz, şalter inmezdi. “Canın cehenneme!” diye nasıl bağırdım öyle? Hâlâ şaşarım kendime. Sanki ben ben değildim, bir yabancıydım kendime. Sinirden çatallaşan ve öfkeyle dolan sesimden korktum, tanıyamadım. İri parmaklı ellerimle kolundan tuttuğum gibi, kapıya dek sürükledim. “Defol git Sarı Çıyan!” dedim. Hem de suratına. O valize nasıl tıktım tüm giyeceklerini, nasıl getirip o şaşkınlığında attım önüne? ”Al bunları, sakın bir daha gelme! Asla yüzünü görmek istemiyorum! Bana o sarı saçlarını yoldurtma, çıyan gözlerini oydurtma. Adresini ilet bana sonra sana kitaplarını gönderirim biriyle.”

Bu onu son görüşüm oldu. Bunca yıl ondan bir daha hiçbir haber almadım. Sanki sırra kadem bastı. Yer yarıldı içine girdi. Sanırsın hiç yaşamadı. Herkes unuttu onu, bir ben unutmadım, unutamadım. Kitap kolileri uzunca bir süre karyolanın altında kaldı. Epey tuttum onları. Belki aldırtır diye. Ne bir haber saldı ne de gelip aldı onları. Başıma bela oldular. Karyolanın altını temizlemek, silmek için sürekli onları dışarı çıkarıp tekrar karyola altına ittikçe sinirlenip durdum. Bir gün nereden estiyse kolilerden birini açtım. Kitapları öylesine karıştırırken içinden dörde katlanmış bir mektup çıktı. Açıp okudum. Eski tarihliydi ve tanımadığım birine yazılmıştı. Benden bahsediyordu uzun uzun bir paragrafında, bize geleceğinden, başka çaresinin olmadığından. Hiç tanımadığım birine bahsettiği, yakışıklı bir oğlanı zamanında kaptırdığı yakın arkadaşı, o sevimsiz ben miydim şimdi? Okuduklarıma inanamadım. Birden nevrim döndü, pir döndü. Camı açıp sokaktan geçen bir eskiciye seslendim, geldi. “Para mara istemem, al bunları hepsi senin olsun!” dedim. Verdim gitti, tüm kitaplarını. Kocamın akıbetini ise ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim şimdi!

edebiyathaber.net (10 Ağustos 2024)

Yorum yapın