Jack London Adem’den Önce romanında 20. yüzyılın modern insanı olan bir çocuğun geceleri rüyasında binlerce kuşak önceki atasının yaşantısını ne denli gerçekçi bir şekilde gördüğünü konu edinir. Romanın anlatıcısı, binlerce kuşak önceki insansı atasının yaşantısını yine modern insan gözüyle yorumlar. Bu anlamda kitap birinci kişili anlatıcının olaylara ve durumlara dışarıdan bakabilmesinin ve bunu edebi bir dile dökebilmesinin de iyi bir örneği. Klasik birinci kişili anlatıcıyla üçüncü kişili anlatıcının tek bir dilde, tek bir anlatıcı zihninde buluşmasını sağlayan teknik bir yenilik. Aynı zamanda hayvan kalamamış ve bugün anladığımız anlamda henüz “insan” da diyemeyeceğimiz bir varlığın, Kocadiş’in, gözünden görürüz dünyayı. Bu güçlü empati duygusu kendi dünyamızda bakıp gördüğümüz durum ve olayların diğer boyutlarının farkındalığını açar bizlere. Kopardığımız bir dalın çıtırtısı bizim için yalnızca bir sestir, çıtırtıdır fakat sadece bu kadar mıdır? Oltaya takılan balığın son çırpınışları fotoğrafik bir andır, bir daha elde edemeyeceği yaşama şansının yok olup gitmesidir bir yandan da. Dayak yiyen bir köpeğin yüzündeki ifade bizde sadece acıma hissi oluşturur fakat onun gözünden aynı zamanda aşağılanma, hor görülme, itilip kakılma, sevgisizlik ve anlam veremediği daha nice kötü deneyim değil midir? Mahremiyet ve özel alan hissiyle oturduğumuz balkonumuzun önünden kaba saba tavırlarla geçen birkaç kişi günümüzün berbat olmasına yeter de artar bile, ya bizim balkonu önünden geçtiğimiz canlıların ne hissettiği hiç önemli değil midir?
Döneminin Gelişmelerinden İlham Almak: Hem Güncel Olmak Hem de Ölümsüzleşmek
Çoğumuz biliriz, yaşamışızdır, uyku halindeyken yüksekten düşme hissiyle sarsılarak kendimizi atmışızdır. Bu ortak ve kronik rüyanın on binlerce yıl önce var olmuş atamızın yaşadığı en büyük korkularından biri olduğunu belki de çok sonradan öğrenmişizdir. Hemen her insanın çeşitli aralıklarla gördüğü bu yüksekten düşme rüyası on binlerce yıl önceki atamızın bize bıraktığı genetik bir mirastı. İnsan, “insan” olmadan önce henüz mağaralarda veya ağaç dallarında yaşamaktaydı. Bu davranışın sebebi yırtıcılardan korunmak, onlara karşı ulaşılamaz bir konumda olmanın getirdiği rahatlıkla uyuyabilmekti. Çünkü kaygı ve korku, tıpkı bugün de olduğu gibi, günlük yaşama devam etmemizi engelleyen en önemli etmenlerdendir. İnsanın o günkü mekânı onu vahşi yırtıcılardan korumakla birlikte ona birtakım tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. Bunlardan biri de düşüp yaralanma hatta ölme riskidir. Bugün güvenlikli ve kamera sistemli sitelerin korunaklı dairelerinde yaşıyor olsa da insanın yerleşik hayata geçmesi ve uzun süre barınabileceği, konforlu alanlar inşa etmesi şunun şurasında koskoca insanlık tarihine baktığımızda çok yeni bir gelişme sayılsa gerek. İşte tam da burada kuşaktan kuşağa kalıtsal olarak aktarılan yüksekten düşme tehlikesi karşısında temkinli olma hali bugün uyku bantlarıyla sarıp sarmaladığımız yüzümüzde, en kaliteli pamuk nevresimlere sarınarak uyuduğumuz sıcacık yatağımızda dahi peşimizi bırakmaz. En basit örnek ve en günlük dil ile açıklamaya çalıştığımız bu kolektif bilinçaltı kavramı henüz daha kuramsallaşmamış, terimleşmemiş, tanımlaşmamışken Adem’den Önce romanının konusu haline geliyor. Yani Jack London daha bu kavramlar çok yeniyken tutup bu alanlardan ilham alarak yazıyor Adem’den Önce’yi. Nereden baksan devrimci bir tutum, bugün hangi yazar zamanın gelişmelerinden ilham alarak bu gelişmelere eserlerinde yer veriyor ki? Jack London ve döneminin yazarları bilimsel gelişmeleri çok yakından takip eder, ilham kaynağı olabilecek haberler üzerine düşünür, gazetelerde gördükleri bir olay veya gelişmeyi hayal güçleriyle destekleyip büyütürlerdi diyelim. Yine 1800’lerin ikinci yarısından itibaren dünya kamuoyuna damga vuran ve Darvin’in “Türlerin Kökeni” isimli kitabıyla cisimleşen evrim teorisi de Jack London’ın bakış açısında yeni bir pencere açmış diyebiliriz. Zira Adem’den Önce romanında ağaç adamları, ateş adamları gibi insansı türler arasındaki mücadele de işlenen konulardan yalnızca biri. Güçlü olanın hayatta kaldığı, zayıf olanın yok olduğu, doğal seleksiyonun işlemeye devam ettiği dünyayı yine aynı gerçekçi bakış açısıyla sunuyor bizlere Jack London. Kolektif bilinçaltı gibi psikolojinin konusu olan bir dalın ve yine doğal seçilim, evrim gibi biyolojinin konusu olan bir başka bilimsel alanın kurguyla bu doğal buluşması; sizin hayal ettiğiniz bir sanat eseri konusunu sizden çok uzun zaman önce hayal edip yazmış Jack London gibi böyle büyük bir yazarın kafasından çıkacak bir romanı var etmiş; bir psikoloji veya biyoloji kitabını değil.
Bir Kitabın Hakkı Ancak Ona Geniş Zaman Ayırmakla Verilir
Günde on saat bilgi vermeye dayalı çalıştığım, gün sonunda hiçbir etkinliğe açık olmadığım, beni heyecanlandıran bütün güzellikleri ne zaman geleceği belirsiz olan bir tatil dönemine ertelediğim uzun bir iş sürecinin ardından sonunda istediğim oldu ve birkaç aylığına da olsa işsiz kaldım. Hayatımızı işimize verdiğimiz, gün doğumunu iş yolunda karşıladığımız, işten gün batımından çok daha sonra çıktığımız, tüm enerjimizi çalışmaya harcadığımız ve gün sonunda bize kalan birkaç saatlik özel zamanı da evde biriken işleri toparlamak veya ekrana boş boş bakmakla geçirdiğimiz süreçler hep olmuştur, olmaya devam edecektir. Elbette bu dönem insana zamanının elinden kayıp gittiği hissini yaşatır. İnsan günlük rutini olması gereken keyifli etkinlikleri hep o gelecekteki boş zamana erteleyince, zamanı eline geçirdiğinde keyifle gerçekleştireceği hayalleri ona iş gibi görünür ve hep bir geç kalmışlık hissi yaşatır. Uzun zaman sonra bir süreliğine işsiz kalmanın getirdiği boş zamanla, bu boş zamanın büyük kısmını yine boş geçirerek ve sonunda bu sefer gerçekten odaklanarak kendimi okumaya verdim birkaç gün. Bugün çoğumuzun sorunu dikkat eksikliği. Dikkat süremizin ne denli kısaldığıyla ilgili yaptığımız günlük sohbetlerden çoğumuz gibi olanlar bilir ki birkaç gün boyunca tek bir metne odaklanmak ve yalnızca o metni okumaktan haz duymak, o metinle nefes alıp vermek, günlük hayatta karşılaştığımız manzaralara o metnin bize sunduğu perspektifle bakabilmek etkisi uzun süre geçmeyen bir kurtulma, rahatlama hissi oluşturuyor zihinde. Zihin açılıyor, yeni yollar buluyor, bu yollardan ara sokaklara sapıyor, adeta sinir sisteminde çoktandır sinyal alınamayan bölümler yaşama belirtisi vermeye başlıyor o metinle. O metin, Jack London’ın Âdem’den Önce isimli romanı.
Merak Duygusunu Geliştirmek ve Dikkat Eksikliğini Yenmek
Ödül ve ceza sistemiyle ilgili bir yazı okumuştum. Sabahın çok erken saatlerinde bizi uykumuzun en tatlı yerinden kaldırıp çalışmak için yollara düşüren uyaranın işte bu sistemle ilgisini açıklıyordu okuduğum yazı. İnsanların çalışma günlerinde nasıl pratik hareket edebildiğini buna rağmen tatil günlerinde bir türlü üzerlerindeki tembellik duygusundan niçin kurtulamadıklarını sorguluyordu. Aslında çok kolay gerçekleştirebildiğimiz eylemlerin ödül ve ceza sistemi devreden çıktığında bizim için imkânsız hale geldiği sonucuna varıyordu. Buradan hareketle yeni sorular sorma ve yeni düşüncelere ilerleme isteği duydum. Örneğin niçin yeni bir diziye başlarız? Cevap ne yazık ki merak değil. Neden film izleriz? Niçin daha önce hiç gitmediğimiz bir kasabaya tatil yapmak için gideriz? Niçin tadını hiç bilmediğimiz yeni yiyecekler deneriz? Neden yeni insanlarla tanışırız ve sohbetimizi ilerletiriz? Neden yeni bir kitap daha okuruz? Bu soruların hiçbirine kendimce beklenen cevabı veremiyorum ne yazık ki. Dizi veya filmleri izleme sebebimiz merak duygusu değil. Hiç bilmediğimiz coğrafyalara büyük bir merakla gitmiyoruz. Tanımadığımız insanlarla meraktan tanışmıyoruz. Yeni kitapları sırf merak ettiğimiz için okumuyoruz. Yeni yiyecekleri merak duygumuzu gidermek için yemiyoruz. Merak duygumuz maalesef bu kadar güçlü, baskın, bize yeni şeyler yaptıran bir duygu olmaktan uzun süre önce çıktı. Tüm bu yenilikleri sırf öyle yapmamız gerektiğini düşündüğümüz için yapıyoruz. Sebebi toplumsal normlar veya kişinin kendine yüklediği anlamda da arayabiliriz elbette. Fakat sosyal medya çağında hiç kimse hiçbir şeyi bu kadar tutkuyla merak etmiyor gibi gelir bana. Her şeyi bildik, öğrendik ve artık keşfedeceğimiz yeni hiçbir şey kalmadı. Tüm yenilikleri kendimizi yüceltmek, kendimize yüklediğimiz anlamları güçlendirmek için yapıyormuşuz gibi gelir. İşte dikkat eksikliğini alt edip Adem’den Önce isimli bu kısa romanı birkaç gün boyunca yoğunlaşarak elimden düşürmememi ne sağladı diye soruyorum kendime. Merak sözcüğü dilimden tüm doğallığıyla dökülüveriyor ve o anda zihnimde, sinir sistemimin derinliklerinde uzun süredir sinyal alınamayan bölümlerden birinde daha yeni bir ışık yandığını hissediyorum. Dikkat, biraz da merakla ilgili. İşte bu yüzden merak etmeden izlediğimiz filmlerin konusunu dahi hatırlamıyoruz. Merak etmediğimiz insanların hayatlarıyla ilgili merak etmediğimiz ayrıntıları dinlerken anlatılanları anında unutma sebebimiz merak duygumuzun eksikliği diye düşünüyorum. Merak, dikkati tetikler. Tam bu anda kitabın uzun zamandır hareketsiz yatan merak duygumu yeniden nasıl bu denli harekete geçirebildiği sorusunu soruyorum kendime. Birkaç eksik karşılıktan sonra beni memnun edecek yanıtı buluyorum: Evet, merakımızı harekete geçiren şey belki biraz da ilgi alanıdır fakat bu yeterli görünmüyor gözüme, yavaş atan bir nabza sahip olmak diyorum kendimce tam bir cevap bulmuş olmanın huzuruyla. Adem’den Önce gibi bir kitaba başlamadan nabzınızı kesinlikle yavaşlatmalısınız, bu sürükleyici romanın hakkı yavaş atan bir nabızdır.
edebiyathaber.net (13 Ağustos 2024)