İlk cümlesi okurla bu kadar geri dönüşsüz bir anlaşma yapan roman azdır. Ryu Murakami’nin o mütecaviz cümlesi ucuz bir numaradan ziyade dört yüz küsur sayfanın tonunu belirleyen sol anahtarı ama. Emanet Dolabı Bebekleri tekdüze bir roman değil. Kendine özgü bir yazarın başyapıtı.
Bahsettiğimin Şeffaf Mavi’nin, Gecenin Dibi’nin yaratıcısı olduğunu düşününce bu cümle iddialı görünecektir. Bugüne dek yayımladığı otuzun üzerinde roman boyunca, kendine seçtiği ontolojik düzlemleri sanrılarla, cinsellikle, şiddetle sarsmaktan vazgeçmedi 1952 doğumlu yazar ve yönetmen. Emanet Dolabı Bebekleri’ni külliyatının başyapıtı sayıyorsam, onda Murakami’nin diğer zirvelerinin toplamını görmemden.
Kopacağı noktaya dek gerilmiş bir Oliver Twist hikâyesi bu, doğar doğmaz gardaki emanet dolaplarına terk edilmiş iki bebeğin, Kiku ve Haşi’nin öyküsü. Yokohama’da bir yetimhanede büyüyen iki çocuk on altı yaşına geldiğinde aynı aile onları evlat edinecek. Tokyo’da, birbirlerini kollaya kollaya büyüyecekler. Güzel sesli Haşi rock yıldızı olacak. Sportmen Kiku’ysa sırıkla atlamacı.
Bu renksiz maddelere bakınca, ikisinin de gökkuşağının dibindeki altını bulduğu düşünülebilir. Çirkinliğinin estetinin, Murakami’nin dünyasındayız ama. Emanet Dolabı Bebekleri hayatı tozpembe bir diyarda değil, Tokyo’nun Zehir Adası olarak bilinen, kurgusal bölgede tanıyacak.
Belli dönemlerin belli romanları doğurması rastlantı değil kuşkusuz; Dickens’ın 1838 tarihli Oliver Twist’i nasıl ki Kraliçe Victoria döneminin hemen başındaki zorlu değişim şartlarından besleniyorduysa, Murakami’nin romanı yazdığı yıllara baktığımda, Zehir Adası fikrinin olağan olduğunu görüyorum. 1973 Petrol Krizi Japonya’yı sarsmış olmasına rağmen, 1950’lerin ortasında başlayan ekonomik mucize yıllarının sona ermesine daha vardı. O sarsıntı serbest piyasanın sadece en güçlülerin hayatta kaldığı, romantik düşlerle beslenenlere yer olmayan Darwinci evrenini hepten acımasızlaştırdı ama. Sürrealist Zehir Adası’nı, burnumuzun ucundaki hakikatin ikizi olarak hemen tanıyacaktır okur.
Metindeki distopik öğeler kıvamlandıkça romanın realizmin kara sularına yaklaşması da bundan. Karakterlerin habis espri anlayışlarına muhatap bulamamaları dahi romanı iletişimin iletişim olmaktan çıkmasına, yüz yüze sürüp giden bir duymazlık, görmezlik kâbusu hâline gelmesine yetiyor. Duygusal temasların oda sıcaklığını bir türlü bulamaması, sevginin, hasretin ateş pahası olmasıysa, iki arkadaşın kendi deliliklerinin girdabına çekilmesinin, zihinlerinin avuçlarından kayıp gitmesini birer gözlemci gibi izler hâle gelmesini hızlandıran nedenlerden.
O girdabın çekim gücünde, iki arayışın dümen suyunda ilerliyor roman: Bir kefede çocukluk arkadaşlarının annelerini bulma isteği, diğerindeyse Datura olarak bilinen, kitle imha silahı olarak kullanılabilecek zehirli bir maddeye ulaşma hedefi var. Böyle bir romanda, iki serüvenin de ana karakterlerin travmasını derinleştireceğini, olay örgüsündeki her mutlu son olasılığının bir sinir krizine toslayacağını tahmin etmek zor değil. İki çocukluk arkadaşı, birbirini kollamak için attığı her adımda, karşısındakinin tökezlemesinden başka bir sonuç elde edemeyecek. Hem de birbirlerinin anneye kavuşma hayallerine çomak sokma, deli gömleğine boyun eğme pahasına.
Yan karakterlerin hatırı sayılır bir kısmının iki boyutlu karikatürler olmanın öteye geçememesi, sanıyorum ki romanın karşısına çıkarılacak itirazların ilk sıralarında yer alacaktır. Fahişeler, uyuşturucu müptelaları, dilenciler derken, dört yüz altmış sayfa boyunca karşılaşacağımız bu figüran kadrosu, Kiku’yla Haşi’nin hikâyesinde kelebek ömürlü esintiler olmanın ötesine nadiren geçebiliyor. İki albenili istisna hariç: Bir tarafta tuhaf müzik yapımcısı D., diğer tarafta bütün hayatını timsah besleme tutkusu etrafında şekillendiren Anemone, yapıtın bütünlüğüne de zarar verebilecek denli inandırıcılıktan uzak malzemeler olarak göze çarpıyor ilkin. Japon yazarın nakarat olarak kullandığı berduş çeşitlemelerinin ortasında, iki ana karakterin dikkatini hikâyenin merkezinden uzaklaşmaması maksadıyla kullanılmışlar ama.
Hem D. hem de Anemone en baştan görmüştü belki de, Kiku’yla Haşi’nin aynı melankoli rahminde serpildiğini. Sahiden de sadece devasız yalnızlıklarının görünen yüzü farklılaştırıyor o ikiliyi: Bir tanesi kendini her nefes alıp verişte sil baştan terk edilmiş hissetmenin tedavisini müzikte, şöhrette ararken diğeri kendini sporun aman vermez dünyasına adıyor. Huzuru gözden çıkarma pahasına yalnızlığı unutma piyesi onlarınki. İki emanet dolabı bebeğinin, anneye kavuşma ile bir şehri yok etme tasarıları arasından kendilerine baktıklarında gözlerine çarpanları görmezlikten gelebilmek için, yıkımı intikama değil, hasrete âlet ettiklerini düşünüyorum yine de.
Ruhsal bakımdan eksiksiz birer hezimet, Emanet Dolabı Bebekleri’nin ki. Felsefi yöndense kazançlı çıktıklarını düşünüyorum, bedelini, her zamanki gibi, heba olmuş birer hayatla ödeseler de.
edebiyathaber.net (22 Ağustos 2024)