Zafer Köse: “Aslında içinde yaşadığımız ve “an” dediğimiz gerçek, geçmişin farkında olduğumuz ve olmadığımız etkileriyle oluşuyor”

Ağustos 22, 2024

Zafer Köse: “Aslında içinde yaşadığımız ve “an” dediğimiz gerçek, geçmişin farkında olduğumuz ve olmadığımız etkileriyle oluşuyor”

Söyleşi: Kübra Çiğdem İnal

Siyaseti de, toprağı da sürekli hareket hâlinde olan Türkiye’de, Zafer Köse ile Sarsılmak isimli romanı üzerine sohbet etmeyi, ağustos ayının özellikle de bu günlerinde, unutulması mümkün olmayan büyük depremin yıl dönümünde, dikkate değer buluyorum. Yazarla Sarsılmak üzerine konuştuk.

“Uzaktan, çok yüksekten bakılsa, herhâlde etrafa dağılmış ekmek kırıntıları gibi gözükürdü bu enkazlar. Evet, üzerine ekmek kırıkları dökülmüş bir zemine benziyordu Yalova. Havadaki tozlar yere çökmeye başlamıştı. Her kırıntının başında, çok sayıda karınca toplanmıştı. Hareketler telaşlıydı. Bazıları da kırıntılar arasındaki boşlukta, yönünü şaşırmış karıncalar gibi hareket ediyordu.”

(Sarsılmak, sayfa 166)

Sarsılmak yaşadığımız büyük sarsıntıları anlatmakla kalmıyor, okurlarını da sert bir şekilde sarsıyor. Bu denli rahatsız edici bir kitap yazmak aklınıza nereden geldi?

Bu romanın konusu için “aklıma geldi” ifadesi pek uygun değil galiba. En özet biçimde, “Yazmasam deli olacaktım,” diyebilirim.

Yaşar Kemal, “Konu, yazarına göre gelir,” derdi. Atölye çalışmalarımızda da sıkça anıyorum bu sözü. Üslup, dil, biçim, hiçbiri kendi başına güzel veya çirkin olamaz. Önemli olan bunların birbiriyle uyumu, daha önemlisi, anlatımın metnin konusuyla, metnin meselesiyle bütünleşmesi.

Anlatmaya değecek bir hikâye içinizde geliştikçe, söylemeye değecek sözler kafanızda netleştikçe bunu bir metin bütünlüğü içinde üretmek bir ihtiyaca, hatta bir mecburluğa dönüşmeye başlıyor. Sait Faik, “Yazmasam deli olacaktım,” diyor ya hani, öyle işte.

Ne var ki, Sait Faik’in bu sözü son zamanlarda, içi boş bir yazma tutkusuyla ilişkilendiriliyor. Yazar olarak kabul görmek veya başarılı olmak gibi, Sait Faik’le asla özdeşleşmeyen tutkulara karşılık gelecek biçimde yorumlanıyor. Oysa son cümlesinde bu sözü kullandığı öyküsünde, Sait Faik’in bir meselesi var. Herhangi bir şey yazmış olmayı veya yazar olmayı falan kastetmiyor orada; o belirli meselede söz söylemeyi, o belirli hikâyeyi anlatmayı kastediyor. Yaşar Kemal’in sıkça dediği gibi, bir “mecburluk” tavrıyla yazıyor.

Demek istediğim, Sarsılmak romanının konusunu ben düşünüp taşınıp belirlemedim. Ne anlatayım, hangi insanlık durumlarını somutlaştırayım diye düşünmedim. Daha doğrusu, bu roman konusunun ve fikrinin zihnimde nasıl geliştiğini pek fark edemedim. Oldu bir şekilde. Sonra buna en uygun kurgunun, en uygun anlatımın nasıl olabileceğini düşünerek çalışmaya başladım.

Sahiden çok rahatsız edici, okurun devam etmesine engel olacak yönleri bulunan, okunurluk açısından çok riskli bir roman fikriydi bu. Diyebilirim ki, bütün yazma sürecim, konuları sadeleştirmeye ve kahramanları sıradanlaştırmaya çalışarak geçti.

Oysa gerçekten yaşanmış olaylardan ve gerçek kişilerden yola çıkarak yazdığınızı belirtiyorsunuz. Romanın sonuna eklediğiniz notta, Serhan adlı karakter için, Ayhan adlı bir kişiden esinlendiğinizi söylüyorsunuz.

Çevremizdeki birçok insanın kişilik özelliği, hayattaki birçok gelişme aslında hayatın ta kendisi ve o kadar olağanüstü, o kadar şaşırtıcı ki, bunları bir hikâyede anlatmaya kalkarsanız insanlara inanılmaz gelebiliyor.

Romandaki Serhan’ın yaşadıklarının bir kısmını aynen, bir kısmını da benzer biçimde yaşamış bir tanıdığım var Gemlik’te. Notta belirttiğim gibi, adı Ayhan. Diğer kahramanların çoğunda da gerçek kişilerden faydalandım. Birçok okur, bu kahramanların inanılmaz bir hayat yaşadığını düşündü. Çok şaşırdıklarını, duygulandıklarını, çok etkilendiklerini belirten mesajlar geldi kendilerinden.

Oysa ben onları, gerçekte olduklarından daha sıradan biçimde gösterdiğim için romanda isimlerini değiştirdim. Örneğin Gemlikli Ayhan, Ayhan Abi, ilerleyen yaşlarında romandaki Serhan kadar dönüşmedi. Düzene uyum sağlamak ve pasif bir tutumla yaşamak için, yani gençliğindeki devrimci kişiliğinden uzaklaşmak için, romandaki Serhan kadar mazeretler üretmedi kendine.

Romandaki Serhan’ı seviyorum. Ona saygı duyuyorum, onu anlıyorum. Sevecen, duyarlı, yürekli bir insan. Epeyce de kırılgan. Onun kendisi için geliştirdiği mazeretleri de hoş görüyorum. Asla onu kınama, eleştirme hakkım yok.

Ama Gemlik’te yaşayan Ayhan Abi’yi romandaki gibi anlatsaydım kendisine haksızlık yapmış olurdum. Daha fazla insanın yüreğinde hissedebileceği, anlayabileceği, “normal” bulacağı biçimde biraz sıradanlaştırdım onu.

Aynı şekilde, o işkencecilerin barbarlığını, o faşistlerin çirkinliğini de epeyce törpüleyerek aktardım. Çünkü o kadar kötü, zalim, o kadar vahşi insan olur mu diye düşünecekti birçok okur, gerçekçi bulmayacaktı. Bundan eminim.

Sadece politik açıdan uygulamadım bu sadeleştirme işlemini. Gerek Serhan’ın gerek diğer kahramanların, okura “inanılmaz” gelen o özellikleri, gelişen şaşırtıcı olaylar, ortaya çıkan çarpıcı durumlar, olumlu ve olumsuz onca kişilik özelliği, bencillikler, kahramanlıklar, özveriler, hepsi, aslında gerçek hayata göre az veya çok sadeleştirilmiş, hatta sıradanlaştırılmış biçimde yer aldı romanda.

Roman, sancılı 12 Eylül dönemi ile 17 Ağustos depremi arasında çok isabetli bir bağ kurmuş. 12 Eylül bu coğrafyanın tarihinde hiç yer almasaydı 17 Ağustos’taki o felaket yine aynı şekilde mi yaşanırdı? Tarihe böyle yaklaşmayı çok doğru bulmasam da düşüncenizi merak ediyorum.

Kesinlikle aynı şekilde yaşanmazdı; hiçbir felaket, hiçbir acımız bu kadar derin olmazdı. Hayattaki hiçbir olay sadece o anda yaşanmıyor. Hiçbir duygu sadece o anda ortaya çıkmıyor. Hiçbir toplumsal nitelik de öyle. Aslında içinde yaşadığımız ve “an” dediğimiz gerçek, geçmişin farkında olduğumuz ve olmadığımız etkileriyle oluşuyor, geleceğe de bilerek ve bilmeyerek etki etmemizi sağlıyor.

“Anlık davranışlar gerçek bizi ortaya koyar,” demişsiniz bir söyleşinizde. Romanın bir tezinin de bu olduğunu söyleyebilir miyiz?

Hiç çekinmeden kitabım için “bir tezi olan roman” demiş oldunuz. Hımmm…

Şaka bir yana, buna memnun oldum. Evet, okur olarak da, yazar olarak da tezli romanları seviyorum. Düşünceye dayanan edebiyatı seviyorum.

Bu aklıma gelmemişti. Ama gelseydi, “tezi olan” değil, “tezleri olan” roman derdim.

Teşekkür ederim. Bu arada, bir not düşmeden de geçmeyelim bu konuyu. “Düşünceye dayanan roman” derken, “bir düşünce anlatan” veya “bilgiler veren” veya “sadece mesaj vermek amacıyla yazılan” gibi şeyleri kastetmiyoruz. İnceleme, makale, başka uygun türler var öyle amaçlar için.

Edebiyat insana bilmediği dünyaları öğretmek, tarihsel veya sosyolojik bilgiler vermek için falan üretilmez. İnsanı “alıp başka dünyalara” götürmez. Tersine, fazla içinde olduğu için, kanıksadığı için, belki de tercih etmediği için algılamadığı kendi hayatını anlatır okura. Ne yaşadığını anlatır. Bazen de, yazar öyle tercih ediyorsa, yaşadığımız hayatı dönüştürmek için okura bir çağrı niteliğinde olabilir bu anlatı.

Peki. 12 Eylül Darbesi ile 17 Ağustos depremi arasında kurduğunuz ilişkiyi de sormuştum. Temanızı, neden böyle bir ilişki kurarak işlemeyi tercih ettiniz?

Sarsılmak olgusu, romanda üç farklı biçimde tezahür ediyor:

İlki, toplumsal ve kültürel deprem. 12 Eylül Darbesi’yle ilgili olarak, beş on yıl içinde gerçekleştirildi bu. Darbe döneminde ve sonraki iktidarlar aracılığıyla, sol-muhalefetsiz bir ortamda topluma kanıksatılan liberal dünya görüşü, egemenliğini hâlâ sürdürüyor.

İkincisi, jeolojik deprem. Bu, romanda 17 Ağustos 1999 depremiyle gerçekleşiyor.

Üçüncüsü ise, roman kahramanı Serhan’ın kişisel hayatında meydana gelen deprem, daha doğrusu depremler. Bu da birkaç kez gerçekleşiyor: 12 Eylül’den sonra tutuklanınca, sonraki yıllarda geçim derdiyle uğraşırken ticarete atılınca, daha sonraki dönemde işsiz kalıp eşinin ve tanıdıklarının kendisini değersiz bir insan gibi gördüklerini hissedince.

Romanın temel tezi, insan niteliklerinin anlık tavırlarda ortaya çıktığı.

Kendinizle ilgili düşüncelerinizde yanılıyor olabilirsiniz. Kendinizi kandırabilirsiniz. Başkalarının sizin hakkınızdaki görüşleri de her zaman gerçeğe karşılık gelmiyordur. Nasıl davranacağınızı düşünürken birçok savunma mekanizması devreye giriyor olabilir. Farkında bile olmadan, kendinizle ilgili bir imaj yansıtmaya çalışıyor olabilirsiniz. Stratejik biçimde ileriye yönelik bir fayda için hareket edebilirsiniz. Ama anlık davranışlarda bulunmak zorunda kaldığınızda durup düşünme fırsatınız olmaz. Çıkarlarınız, stratejileriniz, belki uydurduğunuz sahte değer yargılarınız, hepsi devre dışı kalır; bir refleks gibi hareket edersiniz. İşte o şekilde hareket eden kişi, sizin gerçek hâlinizdir. O güne kadar biriktirdiğiniz değerler, oluşan kişiliğiniz o anda ortaya çıkar.

Bu dedikleriniz romanınızda açıkça görülen, kahramanlarınızın kişiliklerini, hatta gerçek hayattaki insanları incelemeye yönelik yaklaşımınızı yansıtıyor. Bir anlamda, romanınıza psikolojik bir nitelik de katıyor bu. Ayrıca, toplumsal konulara da aynı açıdan baktığınız anlaşılıyor.

Toplumlar için de aynı düşünüyorum.

Depremi, kırk elli saniyede olup biten bir şey gibi görmek doğru değil. Sonrasında en az birkaç aylık bir süreye yayılıyor deprem günleri. Çadırlardaki hayat, yardımların dağıtılması, kurtarma çalışmaları, zor koşullarda ortak alanların paylaşılması, bütün bunları da kapsayan bir dönem.

İşte böyle deprem, darbe, devrim, kurtuluş savaşı gibi günlerde ortaya çıkan toplumsal davranışlarda, o toplumun gerçek yüzünü görürüz. O birkaç haftalık veya bir iki yıllık süre, kültürel açıdan toplumlar için bir andır. Öyle anlarda, önceki dönemler boyunca toplumlarda hangi değerler biriktirilmişse onlar ortaya çıkar.

Örneğin yakın geçmişimizdeki Gezi İsyanı da, bu nitelikte bir anlık toplumsal tavırdır. Önceki kuşaklar boyunca biriktirilen ve onca depreme, medya ve iktidar çalışmasına rağmen yok edilemeyen insan niteliklerimiz ortaya çıktı. Aynı şekilde, ortak amaç için gerçek anlamda bir araya gelememek, örgüt kültürümüzün bulunmayışı, sonuca yönelik bir dayanışma geliştirememek gibi yönlerimiz de kendini açıkça gösterdi.

Nâzım’ın “büyük günler” dediği böyle günlerde birçok kişi, farklı yönlerde bir etkide bulunmak için uğraşır elbette. Uğraşmak da gerekir. Ama hepsinden çok, o günlere kadar biriktirilmiş değerler belirleyici olur.

Bu açıdan bakınca entelektüellerin, sanatçıların ve elbette edebiyatçıların sorumluluğu çok büyük görünüyor.

Öyle zaten. Umarım yakında olmaz ama bir gün büyük bir İstanbul depremi yaşayacağımızı biliyoruz. İş çıkışı saatlerinde bile trafiğin kilitlendiği, yolcuların çoğunun toplu taşıma araçlarına binerken birbirini ittiği, artık kökleşmiş bir arabesk-pop-magazin kültürüne karşılık gelen kapış kapış bir yağmacılığın her alanda, çalışma dünyasında, ticarette, trafikte, hatta aile ilişkilerinde hâkim olduğu, milyonlarca insanın yaşadığı bir şehirde, büyük bir deprem sonrasındaki birkaç ay nasıl yaşanacak dersiniz?

Yine öncekilerde olduğu gibi, bir iki müteahhit “asıl suçlu” ilan edilecek! Deprem elli altmış saniyelik bir meseleymiş gibi, sadece çürük binalar konusuna odaklanılacak.

Oysa büyük sarsıntının sonrasındaki birkaç ay, belki de sarsıntı dakikalarından daha korkunç yaşanacak.

Kesinlikle öyle olacak. Yağmalar, bir söylentiye uyarak girişilecek linç hareketleri, dağıtılan yardımlardan pay kapmak için itişmeler…

Bütün bu sefilliklerin suçlusu, sadece yıkılan binaların müteahhitleri olabilir mi? O projeleri onaylayanlar, denetleyenler, sorgulanamaz ve eleştirilemez politikaları yürütenler… Daha önemlisi, aslında en önemlisi, öyle birkaç aylık bir toplumsal anda ortaya çıkan kültürel nitelikleri, önceki on yıllar boyunca biriktirmiş olanlar… Başka bir deyişle, insani değerleri ve dayanışmacı toplumsal değerlerin biriktirilmesini sağlayamayanlar…

Yani böyle bir misyonu bulunan, bulunması gereken entelektüellerin ve sanatçıların sorumluluğu, yıkılan binaların müteahhitleriyle karşılaştırılamayacak kadar büyüktür. Bu memleketin köşe başını kapmış entelektüellerinin ve sanatçılarının büyük çoğunluğu, sadece jeolojik deprem sırasında ölecek insanlardan değil, bir kültürün katledilmesinden de sorumlular.

Toplumsal bilincin oluşmasından birinci derecede sorumlu olacak konumda bulunanların bazıları, utanmadan, toplumu cahillikle itham ediyorlar. Daha da ileri gidip o cahilliğin kendilerini olumsuz etkilediğini anlatıyorlar. Birçok şımarık okur da öyle entelektüelleri-yazarları alkışlıyor. Kendilerinin cahil olmadığını sanan bu ukala okurlar da, kültürel katliamın suç ortağıdır.

“Doğruluk ve insancıllık değil, işini bilmek sağlıyordu artık saygınlığı. Ekonomik sorun yaşamak, değersizliğin kanıtı olarak görülüyordu. Gerekirse eve haram kazanç getiren ama refah ve şatafat sağlayan kocalar daha çok sevilir olmuştu.”

(Sarsılmak, sayfa 275)

Sarsılmak, Türkiye’nin yakın tarihindeki zorlukları, bireysel özgürlükleri, aile ilişkilerini, içsel mücadeleleri, toplumsal normları, köyden kente göçü, sekiz yıllık eğitime geçildikten sonra kapatılan köy okullarını ve Türkiye’nin yakın tarihine dair pek çok konuyu mercek altına alan, hatta bunların her birine “otopsi yapıp” bu günlere nasıl geldiğimizi tarafsızca anlamaya çalışan bir eser. Romanın son noktasını koyduğunuzda bu günlere nasıl geldiğimizi anladınız mı peki?

Anladığımı sanıyorum. Veya en azından, anlamaya çalıştım, diyeyim.

Zaten edebiyatı, anlatma uğraşından çok, anlamaya çalışmanın bir yolu olarak görüyorum.

Geçmiş dönemi konu etsem de aslında geleceğe bakmaya çalışıyorum. Bundan sonra da yaşayacağımız öyle büyük günlerde, bazılarının çok şaşıracağı erdemli davranışlara, büyük insanlığın büyük tavırlarına da tanık olacağız elbette.

Bir yazar ve/veya bir entelektüel, “normal günler” dediğimiz zamanlardaki çalışmalarının, bir yönüyle, “büyük günlere hazırlık” işlevi gördüğünün bilincinde olmalı. Hayata dair gerçek konuları ele alarak doğru değerlerin biriktirilmesi yönünde çaba harcamalı.

Romanda 17 Ağustos depremini tüm ürperticiliğiyle yaşayan Serhan, “artık hayatın eskisi kadar anlamsız olmayacağına, saçma konulara kimsenin takılmayacağına, herkesin daha mantıklı davranacağına ve Türkiye için yepyeni bir dönemin başlayacağına” yürekten inanıyor. Ancak 6 Şubat depremi ile bir kez daha gördük ki, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın sarsıntıları asla bitmeyecek. Öyleyse, toplum olarak nasıl bir yaşam anlayışı benimsemeliyiz bundan sonra? Karamsarlık girdabına kapılmadan ve kronik mutsuzluğu düstur edinmeden yaşamamız mümkün değil mi sizce?

Az önce entelektüeller ve edebiyatçılar için anlatmaya çalıştığım bakış açısı, aslında okurlar ve tüm yurttaşlar için de geçerli.

Artık şu soyut kitap övgüsünü aşmalıyız. Sanki ömrümüz sonsuzmuş gibi, “her türlü kitabı okumak” önerilerini elimizin tersiyle itmeliyiz. Doğru kitapları, doğru biçimde okumayı; doğru yazarları, yayınları, sanatçıları desteklemeyi sadece “keyifli zaman geçirmek” için değil, görevimiz kabul ederek uygulamalıyız.

Herkes kendi çocuğunu iyi okulda okutmak için, herkes kendi yakınlarının sağlık sorunları için uğraşarak toplum hâlinde yaşayamayız. Zaten hızla çözülüyoruz, dağılıyoruz, bölünüyoruz. Ya toplumsal bir dayanışma geliştireceğiz -ki bu asla sadaka kültürü olmayacak, bir arada yaşama sorumluluğunu sağlayan bir yönetim anlayışı olacak- ya da sahte bir millet sevgisiyle ve gerçek bencilliklerle, acılarımızı bile tek tek yaşayacağız.

Gidişatımız iyi değil. Bencil ve değersiz insanlar kalabalığı hâlinde, felaketlere doğru ilerliyoruz. Daha güzel bir memleket için doğru değerler üretmeye çalışan insanlar da var. Dayanışmacı bir toplumsal kültür geliştirmek için özveriyle mücadele eden güzel insanlarımız da var. Umudumuz var.

Kitabın kapağında, dikkatli bakılmadığında asla fark edilmeyen, enkazın içinden çıkan bir çiçek var. Tam da bu sözlerinize karşılık geliyor.

Kitabın kapağını çok sevdim. Sevgili Başak’ın eline sağlık demek istiyorum bir kez daha.

Yayına hazırlık sırasında Ekin Başak Akgül’den, o çiçeği biraz daha büyütmesini, hatta mavi falan yaparak daha kolay görünür hâle getirmesini istemiştim. Kabul etmedi Başak. “Umut o kadar da ortada değil,” dedi. “Umudu görmek için, yaratmak için insanların biraz uğraşması gerek.”

Teşekkürler, Zafer Bey…

“Böyle utanç verici şekilde ölmeseydik keşke. Böyle çaresiz, böyle âciz, böyle itaatkâr. Böyle yaşadığımız gibi. Keşke böyle yaşamasaydık. Böyle yalnız.”

(Sarsılmak, sayfa 325)

edebiyathaber.net (22 Ağustos 2024)

Yorum yapın