“Gezgin, tam da fallusun özel bağlamlarını okunur kılmaya dönük bir niyetle yazmış kitabını. Amaç, “doğal olanın kültüre, kültürün iktidara dönüşümü”nü görünür kılmak. Bir üreme ve boşaltım organı olarak penisten –ki bağlamsaldır; hep birine aittir-, bir iktidar ve güç sembolü olarak fallus gösterenine –ki bağlam dışı bir evrensellik iddiası vardır; bireyi aşar- geçişin evreleri ve anlamlarına adanmış bir kitap “Fallusun Arkeolojisi”. Sırf bu yönüyle bile fazlasıyla dikkate değer bir çalışma aslında.”
Ege Üniversitesi Klasik Arkeoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan İsmail Gezgin’in Sel Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı “Fallusun Arkeolojisi”, geleneksel arkeolojinin “eski esere ulaşmak ve tanımlamak” olarak özetlenen kuru işleyiş mekanizmasını söküp yeniden tanımlayan bir kitap.
Gezgin’den öğrendiğimiz kadarıyla pozitivist yaklaşımdan etkilenmiş ve kendini laboratuar çalışmalarının sınırlı bağlamına kapatmış olan bu arkeolojik yaklaşım, 1980’lerle birlikte yeni bir yola giriyor. Söz konusu olan, “kazı bilim” olmanın ötesinde, kazı aşamasını sürecin sadece bir parçası olarak gören “post-süreçsel arkeoloji”nin daha disiplinler arası konumu. Alanın tek merkezli bakışını parçalayan bu yeni yaklaşım, farklı disiplinlerin okumalarını da sürece dâhil ederek, arkeolojiyi daha yaratıcı bir çalışma alanına dönüştürmüş. Hedef salt yenilikçi olmaya dönük sığ bir güdüyü tatmin etmek değil, aksine tıkanmış can damarlarına akacakları yeni bir mecra bulmak. Gezgin’in Hodder ve Hutson’dan alıntıladığı aşağıdaki çağrı bu yüzden önemli işte:
“Arkeolojinin tekrar arkeoloji olabilmesi için, daha fazla toprak kazmaktan ve maddesel bulguları müzelere, sosyo-kültürel alt gruplara koymaktan daha fazlasını içermesi gerekir- kendi bağlamlarımızı uzun vadedeki genellik karşısında tartışabilir hale getirmemiz için, geçmiş nesnelerin özel bağlamlarını incelememiz gerekiyor.”
“Fallusun Arkeolojisi”nde İsmail Gezgin’in peşine düştüğü, geleneksel arkeolojik yaklaşımın kabaca bereket sembolü olarak kodladığı bir kültürel fenomene, fallusa, kendi zenginliğini iade etmek olarak özetlenebilir. Tarih, felsefe, psikanaliz, sanat kuramı, sosyoloji gibi farklı disiplinlerde yaptığı zengin bir okuma dağarcığına yaslanan Gezgin, tam da fallusun özel bağlamlarını okunur kılmaya dönük bir niyetle yazmış kitabını. Amaç, “doğal olanın kültüre, kültürün iktidara dönüşümü”nü görünür kılmak. Bir üreme ve boşaltım organı olarak penisten –ki bağlamsaldır; hep birine aittir-, bir iktidar ve güç sembolü olarak fallus gösterenine –ki bağlam dışı bir evrensellik iddiası vardır; bireyi aşar- geçişin evreleri ve anlamlarına adanmış bir kitap “Fallusun Arkeolojisi”. Sırf bu yönüyle bile fazlasıyla dikkate değer bir çalışma aslında.
Gezgin, kültür dünyasının kurucu boşluğu dışında hiçbir şeyi göstermeyen bu aşkın göstereni, bu namevcut mevcudiyeti, sadece arkeolojik buluntular içinde saptamakla kalmıyor bu yüzden. Onu ölü bağlamlarından çekip ‘diriltiyor’. Ya da şöyle ifade edeyim: Onu klasik arkeolojinin kastre edici söyleminden söküp simgesel olarak pörsümüş olan imkânsız anatomisine yeniden kan yürümesini sağlıyor. Bunu yaparken de Neolitik Çağ’dan Antik Yunan ve Roma toplumlarına uzanan tarihsel bir aralıkta, gerçekten hayranlık uyandırıcı detay ve zenginlikte bir yolculuğa çıkıyor.
Ve galiba, ilk bakışta “Fallusun Arkeolojisi”nin gücüymüş gibi görünen bu muazzam odaklanma, başka bir noktadan baktığımızda kitabı tam da saptadığı iktidarın üzerine rapteden bir boşluğa dönüşme tehlikesini barındırıyor. Pascal Quignard, “Cinsellik ve Korku”da, bize fallusun büyülenmeyle aynı kökten geldiğini ve faşizmin de hem büyülenme hem de fallus göndermelerini etimolojik olarak bünyesinde barındıran bir kelime olduğunu hatırlatıyordu. Bir şeye bakıyorum ve bakışım, bir biçimde, baktığı şey tarafından ele geçiriliyor. Burada Lacan’ın bakışla nazar arasında yaptığı ayrımı hatırlamak gerekiyor galiba. Bakış, bakan özneye ait bir fenomendir. Bu yüzden de bir tahakküm yanılsaması yaratır; baktığımın bakışıma tümüyle teslim olduğunu düşünürüm. Onu bütünüyle ‘görmekteyimdir’. Fakat nazar her zaman bakılan nesnenin tarafındadır. Ben bakışımla kontrol altında tuttuğum, kısacası gördüğümü düşündüğüm ‘şey’ tarafından çoktan görülmüş, onun tarafından bir nesneye indirgenmişimdir. İçine düştüğüm büyülenme, tam da bakışımı kendi iktidarsızlığında yakalayan nazarın boşluğunda büyür işte.
Benim için Gezgin’in kitabı biraz bu büyülenme döngüsüne kapılmış bir kitap. Söz konusu olan bir tarafıyla kaçınılmaz –ve kurucu- bir kapılma kuşkusuz. Bir meseleye odaklanmak, onu alan içinde neredeyse fenomenolojik bir paranteze alarak dünyayı kısmen de olsa ona dönüştürmek anlamına gelir. Fakat odaklanılan ‘mesele’ fallus olduğunda, ya da bu kez hakkını vererek söyleyelim ‘Fallus’ olduğunda, araştırmanın yöntemsel meşruiyeti kendi nesnesine özgü bağlamın tuhaf gücü tarafından her zaman ele geçirilme tehlikesi altındadır. Sonuçta Fallusa odaklanmak, gündeliğe ve kültüre ilişkin veriler toplamak için bir çanağa odaklanmaktan farklı bir hassasiyet ve mesafe gerektirir. Ben İsmail Gezgin’in çoğu yerde bu mesafeyi hassasiyetle tutturmayı başardığını düşündüm. Fakat Lacan’ın Fallus’a yaptığı vurguyu eleştirel okumaya tabi tutmadan sahiplenişi, diyelim ki karşı feminist okumalardan haberdar olsa da bunları kitabın içine bir karşı söylem olarak dâhil etmeyişi, bende araştırmanın fallusu niyet ettiğinin ötesinde bir güçle donatmış olabileceği kuşkusu uyandırdı. Sonuçta “Fallusun Arkeolojisi” kuru araştırma biçimlerinin ötesinde yeni tarihselcilikten de el alan bir kitap. Tarihin verili değil yazılan bir şey olduğunun bilincinde bir akademisyen yani Gezgin. İnsan haklı olarak yeniden yazdığı tarihi başka hassasiyetlerle de biçimlendirsin istiyor.
Kitabın akademik iktidar ve ürkeklik biçimlerinden biri olarak alıntı kültüne olan aşırı bağlılığı ise apayrı ve üzerine düşünülmesi gereken bir sorun bu arada. Ben bir noktadan sonra bir çeşit aşırılığa dönüşen bu yaklaşımı sayfanın yüzeyini kesen ‘küçük’ fallik çıkıntılar diye yorumlamaktan kendimi alamadım. Bir tarafıyla kurumsal iktidarı tesis ederken diğer tarafıyla tekil öznenin sesini ‘yaran’ bu tuhaf yaratıklar, bence yorum aralığını çok da zorlamadan, birçok araştırmada Fallus’un işlevine benzer bir işlev görüyor. İnsan, ister istemez, özellikle Gezgin’in ve özellikle yeni bir yöntem arayışındaki çalışmasının bu zaaftan kendini koruması gerektiğini düşünüyor- ama niyeyse olmamış, hiç değilse bu çalışmada…
Yine de, benim tekil şikâyetlerimin ötesinde, iyi bir kitap “Fallusun Arkeolojisi”. Hem Türkiye’deki arkeolojik çalışmaların kuramsal yönünü değiştirebilecek bir imkânı fazlasıyla barındırıyor olmasından, hem de üzerine bizim dilimizde fazla düşünülmemiş bir meseleyi gündeme taşıyor olmasından dolayı, kesinlikle yabana atılmaması gerekiyor. Hiçbir şeyi değilse bile şunu garanti edebilirim ki, kitabı okuduktan sonra nerede dikey bir yapı görseniz eskisi gibi kayıtsız kalamayacaksınız. Kitabın açtığı yorum döngüsü sizi de yakalayacak.
Şamil Yılmaz – edebiyathaber.net (3 Aralık 2012)